Powered By Blogger

Merhaba!

Başağın Huzur Köşesi'ne hoşgeldiniz. Dileğim, bloğumu bütün izleyenlerin, sayfalarımda huzur bulmasıdır.
Henüz yapım aşamasında olan bloğumda, ilerleyen zamanla birlikte, sizi gün boyu yaşadığınız streslerden uzaklaştıracak, aynı zamanda faydalı bilgiler kazanacağınızı umduğumbir dünyanın kapısı aralanacak.
Hep birlikte, kimi zaman gül bahçelerinde gezine ceğiz, kimi zaman, gurubu seyredeceğiz dalgaların beyaz köpük lerden güller saçtığı sahillerde...
Kimi zaman, türk şiirinin üstad larının mısralarına tutunarak, İstanbul'un ihtişamını bir başka tepeden seyredeceğiz, yorulduğumuzda Faruk Nafiz'in "Hanı"n da konaklayarak duvarlardaki yazıları şişesi is bağlamış bir lambanın ışığında okuyacağız.
Kimi zaman, bir ebru teknesinin üzerine eğilerek rengârenk hayallerimizi seyre dalacağız.
Bir kaç yüzyıllık bir yazma kitabın sayfalarına nakşedilmiş altınlar, kuyumcu vitrininde gördüklerimizden çok kamaştıracak gözlerimizi...
Minyatürlerin zaman tünelinden geçerek "Alice" gibi farklı bir dünyaya adım atacağız. Eski, yeni bir sürü kitabı yeniden keşfedeceğiz birlikte...
Hazret-i Muhammed (s.a.v.)'in hadisi şeriflerini okuyarak şerefleneceğiz, Mevlana'nın özlü sözleriyle tefekküre dalacağız, Yunus Emre'nin mısralarıyla bir kere daha öğreneceğiz dünyaya kavga için değil, sevgi için gel diğimizi...
Kimi zaman örgü örecek, dikiş dikeceğiz. Sevgiler!
































6 Temmuz 2012 Cuma

BAHÇEDEN BALKONA


BAHÇEDEN BALKONA

Yaz mevsiminin tam ortasında olduğumuz şu günlerde hepimiz kendimize kavurucu sıcaklardan sığınabileceğimiz serin bir köşe aramaktayız. Bugün otomobillerle ancak ulaşabildiğimiz şehrin ta öbür ucundaki serin ve gölgeli köşeler eskiden yanı başımızdaydı.
Tahmin ettiğiniz gibi bahçelerden söz ediyorum.
Bugün bahçe dendiğinde aklımıza ilk gelen ya bazen oturmak için boş bir bank bile bulamadığımız parklar ya da yüklü bir masrafı gözden çıkarmadıkça serinliğinden yararlanamadığımız çay bahçeleri.
Oysa eskiden her evin bir bahçesi vardı. Etrafı yıkık dökük de olsa duvarlarla çevrili bahçelerin içinde iki katlı kârgir evler… Çocuklarımızı korkusuzca salıverdiğimiz bahçemiz… Gündüz ikindiden sonra bir parça serinlik için kendimizi attığımız kendi bahçemizdi. Sıcaktan uyku tutmadığı bunaltıcı yaz gecelerinde kendi bahçemizdeki çardakta gecenin ilerleyen saatlerine kadar otururduk. Ekstradan masrafa gerek yok; Kuruyemişler kilerden, karpuz buzdolabından, çay mutfaktaki demlikten, hem de sınırsız. Yine de arada bir çocuklar “acıktık” derse, ekmeğin üzerine biraz tereyağı, üzerine reçel…
Bahçelerimiz; Toprağın yeşermeye başladığı ilk günlerle beraber gül, yasemin, şebboy kokan bahçelerimiz. Babaannemin evinin de böyle güzel bir sürpriz bahçesi vardı. Niçin “sürpriz bahçe” adını verdiğimi anlatacağım.
Babaannemin evi, Hacı Kasım Mahallesi’nde idi. Binaya dışarıdan bakıldığında yalnızca kalın duvarlar, küçük bir pencere ve bordo yağlıboyalı bir tahta kapı görünüyordu. Bu haliyle sanki bütün ev, tek göz bir odadan ibaretmiş gibi duruyordu.
O tahta kapı açılıp ta içeri girildiğinde sağ tarafta iki oda, bir sofa ve sofanın penceresinin açıldığı terası görmek sürprizin ilk bölümünü oluşturuyordu. Asıl sürpriz aşağıdaydı.
Sokak kapısının tam karşısında aşağıya doğru önce birkaç merdiven sonra eğimli bir koridorun sonundaki kapı zemini şıma bir alt sofaya açılıyordu. Babaannem çok eskiden bu sofaya hasır sererdi.
Asıl sürpriz ise sofanın diğer kapısını açtığınız zaman başlıyordu. Enva-i çeşit ağaç ve çiçeklerle donanmış harika bir bahçe…
Bahçenin, komşunun eviyle sınır teşkil eden duvarı sekiler halinde yükseliyordu. Babaannem bu sekilere çiçek saksılarını dizmişti. Saksıda yetişebilen hemen her çiçekten vardı; Her biri bir sultan küpesini andıran küpe çiçekleri, renkleri ile olduğu kadar kokularıyla da insanı hayran bırakan renk renk karanfiller, salkım salkım pembe çiçekler açan begonyalar, yaprağına el değer değmez etrafına hoş bir koku salarak adeta “hoş geldin” diyen ıtırlar…
Bahçeye girmeden önce küçük bir taşlık vardı. Taşlığın ortasında etrafı taşlarla çevrili yuvarlak bir toprak parçası üzerinde yetişmiş olan asmanın dalları üst katın terasına kadar uzayarak kapının altında bir çardak oluşturmuştu. Yazın sıcaktan içeride bile oturamadığımız saatlerde bu çardağın gölgesinde serinlerdik. Babaannem, bahçeyi kendine göre bölgelere ayırmıştı. Taşlığa yakın kısımlara çiçek dikmişti. Sarılı-kırmızılı, morlu siyahlı şebboylar, narçiçeği renginde kınaçiçekleri,  Ortaları rengârenk empirme kumaşları hatırlatan kocaman çiçekleriyle sarı, kırmızı, beyaz zambaklar, marula benzeyen yaprakları küçükken evcilik oyunlarımın kurbanı olan pembe, mor kır menekşeleri… Çiçeklerini Sümerbank’ın vitrininde gördüğüm divitin kumaşların desenlerine benzeterek hayran olduğum hercai menekşeler,  ferahlatıcı kokusu insanın içinin derinliklerine kadar işleyen beyaz limon çiçekleri, kadifeye benzeyen bordo çiçeklerinden takma tırnak yaptığım yıldız çiçekleri, sarı kasımpatılar… Yapraklarından buram buram narenciye kokusu yayılan mandalina ağacı ve onun dibini süsleyen açık mor hanım çantası çiçekleri… Bir yüzü yeşil, bir yüzü kırmızıya çalan pembe meyvesiyle şeftali ağacı… Yere düşen çiçeklerini toplayarak soluncaya kadar hayranlıkla seyrettiğim nar ağacı…  Meyvesi yalnız bize değil bütün mahalleye yetip de artan bereketli mor patlıcan inciri…  Annemin ve yengemin, adeta bal damlayan mürdüm rengi meyvelerinden kavanoz kavanoz reçel yaptığı “amas eriği”  ağacı …  
Ve nihayet çiçekleri kraliçesi, bahçelerin tartışmasız hâkimi güller; Eşsiz kokuları muhteşem duruşlarıyla rengârenk, çeşit çeşit güller: Siyaha çalan koyu kırmızı rengiyle “kadife gülleri”, mangaldaki közleri andıran kırmızı ışıltısıyla “ateş gülleri”, yeşil yaprakların arasına serpilmiş gibi duran “sarmaşık gülleri”.  Kardeş kardeş aynı dalı paylaşan “yediveren gülleri”.Tamamen açıldığında neredeyse bir yemek tabağı çapına ulaşan reçellik ve şurupluk “pembe tabak gülleri”
Babaannem, bahçenin ta dibine, çiçeklerin sona erdiği alana mevsimine göre sebze dikerdi. Karalâhana, pazı, marul, taze soğan, kabak, nane, maydanoz gibi sebzeleri pazardan almaya gerek kalmadan bahçeden toplardı. Yani “bahçeden tencereye”… Bahçenin bir köşesinde, tavukların çıkıp gezinebilecekleri kadar bir alanı tel örgü ile çevirerek küçük bir kümes yapmıştı. “ sebzeler, meyveler bahçeden, yumurta kümesten.” Tavuklar kuluçka düştükleri zaman civcivlerin yumurtadan çıkacakları günü heyecanla beklerdik. Duvardan atlayarak bahçeye giren kediler de evin artıklarından nasiplerini alırlardı.
Üç aşağı beş yukarı hemen her evin bahçesinde aynı güzelliklere rastlamak mümkündü. Biz kiracı olduğumuz için ara sıra ev değiştirmek zorunda kalıyorduk. Babaannemin evininki kadar olmasa bile bizim oturduğumuz evler de bahçeliydi. Özellikle son oturduğumuz evin bahçesi tek kelimeyle muhteşemdi. Teknik ressam olan ev sahibimiz, evin bahçesini de içi kadar güzel tasarlamıştı.  Evin bahçesinin alanı, binasının kapladığı alanın üç katıydı. Bahçedeki yüksek çam ağaçları, dişbudak ağaçları, başta sarı, turuncu, kırmızı, beyaz olmak üzere her renkten güller, sarı sarı zerrinler, fulyalar, mor, beyaz, pembe sümbüller, papatyalar, menekşeler, bahar dalları anlatılmaz güzellikteydi. Her evin bahçesinde olduğu gibi bizim evin bahçesinde de sebzeler ve kümes için alanlar ayrılmıştı.
Bu kadar ağaç ve çiçeğin bulunduğu yere kuşlar gelmez mi? Sabahları kuş cıvıltıları arasında kahvaltı ediyorduk. İkindiden sonra dallardaki mekânlarına dönen kuşlar yine etrafı şarkılara boğuyorlardı.
Bazen akşam yatarken; “Gece yarısı kalkıp bahçeye çıksam acaba güllerin dalında bülbül görür müyüm?” diye düşünerek uykuya dalardım.
Ancak her güzel şeyin bir sonu vardır ya! Birgün evini bize kiralayarak Ankara’ya yerleşmiş olan ev sahibimizden bir mektup aldık. Ankara’da apartman dairesinde yaşayamıyormuş, evini, bahçesini, denizi özlemiş. Geri dönecekmiş. Oradan da taşınmamız gerekiyordu. Annemle birlikte ayaklarımız su toplayıncaya kadar bahçeli kiralık ev aradı. Trabzon kazan, biz kepçe… Ancak sonunda, iki cephesinde de balkonu bulunan ve arka cephesi, evin sahibine ait olan bahçeye bakan bir apartmanın ikinci katını bulabildik. Aynı zamanda annemin ilkokuldan arkadaşı olan eski ev sahibimizi mağdur etmemek için apar topar yeni evimize taşındık.
Bahçesiz bir evde oturmak! Sokak kapısını açtığında adımını bahçeye değil merdiven sahanlığına atmak! Tüm gün dört duvar arasında yaşamak, dört duvar arasında sıkılınca nefes alacak bir açık alan olmaması nasıl bir şeydi? Bahçesiz, çiçeksiz; kuşları ve kedileri görmeden nasıl yaşanırdı ki?
Annem sokakta rastladığı eski komşulara yeni evimizden bahsederken: “Bahçesi yok ama iki cephesinde kocaman balkonları var. Çok havadar, bir taraftan sokağa, diğer taraftan Zağnos Köprüsü’ne bakıyor.” diye anlatıyordu.
Annem eve taşındıktan sonra ilk iş olarak evdeki saksı çiçeği sayısın arttırmaya başladı. Çiçekleri olan komşularımızın ve yengemin yaptığı “ayırtma” katkılarıyla kısa zamanda iki balkonumuz içinde rengârenk çiçekler açan saksılarla doldu. Balkonların kenarları yetmediği için bir birer sıra saksı da balkonların içine dizmiştik. Balkonlarda saksılardan adım atacak yer kalmamıştı. Çamaşır asarken çamaşırlar çiçeklere değiyor, bazen çiçekler zarar görüyor bazen de çamaşırlar kirleniyordu. Çiçeklerin yaprakları kuruyup döküldüğünde, saksılardaki çiçekleri suladığımızda ise sular ve topraklar balkonun mozaik zeminine dökülüp kirletiyordu. Oysa bahçeli evler ne güzeldi. Çiçekler, ağaçlar kendi alanlarında, insanlar kendi alanlarında birbirini rahatsız etmeden yalayıp gidiyordu.
Balkonlar çok güneş aldığı için öğlenden sonra hava almaya balkona çıkamıyorduk. İçeride tıkılıp kalıyorduk. Kışın ise şiddetli rüzgâr aldığı için balkonlara ancak çamaşır asmak için çıkabiliyorduk.
Bahçeden balkona geçmek hiç de iyi bir şey değildi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder