Powered By Blogger

Merhaba!

Başağın Huzur Köşesi'ne hoşgeldiniz. Dileğim, bloğumu bütün izleyenlerin, sayfalarımda huzur bulmasıdır.
Henüz yapım aşamasında olan bloğumda, ilerleyen zamanla birlikte, sizi gün boyu yaşadığınız streslerden uzaklaştıracak, aynı zamanda faydalı bilgiler kazanacağınızı umduğumbir dünyanın kapısı aralanacak.
Hep birlikte, kimi zaman gül bahçelerinde gezine ceğiz, kimi zaman, gurubu seyredeceğiz dalgaların beyaz köpük lerden güller saçtığı sahillerde...
Kimi zaman, türk şiirinin üstad larının mısralarına tutunarak, İstanbul'un ihtişamını bir başka tepeden seyredeceğiz, yorulduğumuzda Faruk Nafiz'in "Hanı"n da konaklayarak duvarlardaki yazıları şişesi is bağlamış bir lambanın ışığında okuyacağız.
Kimi zaman, bir ebru teknesinin üzerine eğilerek rengârenk hayallerimizi seyre dalacağız.
Bir kaç yüzyıllık bir yazma kitabın sayfalarına nakşedilmiş altınlar, kuyumcu vitrininde gördüklerimizden çok kamaştıracak gözlerimizi...
Minyatürlerin zaman tünelinden geçerek "Alice" gibi farklı bir dünyaya adım atacağız. Eski, yeni bir sürü kitabı yeniden keşfedeceğiz birlikte...
Hazret-i Muhammed (s.a.v.)'in hadisi şeriflerini okuyarak şerefleneceğiz, Mevlana'nın özlü sözleriyle tefekküre dalacağız, Yunus Emre'nin mısralarıyla bir kere daha öğreneceğiz dünyaya kavga için değil, sevgi için gel diğimizi...
Kimi zaman örgü örecek, dikiş dikeceğiz. Sevgiler!
































26 Aralık 2012 Çarşamba

ÇANAKKALE ZAFERİ VE SEYİT ONBAŞI GERÇEĞİ




ÇANAKKALE ZAFERİ VE SEYİT ONBAŞI GERÇEĞİ

ÇANAKKALE SAVAŞ GÜNLÜĞÜNDEN SEYİT ONBAŞI VE OCEAN ZIRHLISININ BATIRILMASI İLE İLGİLİ BÖLÜM:

“…18 MART 1915 sabahı boğaza girip tabyalarımızı top ateşine tutan 12 İngiliz ve 4 Fransız savaş gemisi, Amiral Robeck komutasında ilerlemeğe başladı.
Çanakkale Boğazının iki yakasındaki mevzilerden açılan yoğun ateş ve Karanlık liman’a döşenen mayınların patlamasıyla, ayrıca Mecidiye Tabyasından atılan top mermileri ile İngiliz İnflexıble ve Ocean zırhlıları ile Fransız Bouvet ve Goubis zırhlıları batırıldı.
Yine aynı gün Rumeli Mecidiye Bataryası komutanı Yüzbaşı Hilmi Bey’in emri ile topçu Teğmen Fahri Bey, Fransız Bouvet zırhlısını vurdu. Gemi Komutanı Rapeot ve 639 kişilik mürettebatı boğuldu. Birkaç kişi yüzerek kurtuldu.
Yine aynı gün Koca Seyid, İng. OCEAN zırhlısını vurdu…”

ÇANAKKALE SAVAŞINA BİZZAT KATILMIŞ OLAN GAZİ BEHİÇ ONBAŞI, SEYİT ONBAŞI’NIN 276 KİLOLUK TOP MERMİSİNİ SIRTINA ALIP NAMLUYA SÜRMESİNİ ANLATIYOR:

GAZİ BEHİC ONBAŞI

Benim çocukluğumda Erenköy’de oturuyordu.
Babamın tanıdığı olduğu için ara sıra ziyaretine gider, elini öperdik.
Isparta’nın Ulema köyünden olduğunu söylerdi.
İlerlemiş yaşına rağmen, vakit namazlarını Erenköy istasyonu yanında bulunan Zihni Paşa camiinde kılardı.
İşte ben, kendisini en çok bu camide görürdüm.
Namazdan sonra bazen avludaki kanepelerden birine oturur, ağaçların gölgesinde kendisini dinleyenlere Çanakkale hatıralarını anlatırdı.
Bir gün şöyle anlatmıştı: “Yavrucuğum! Ben Çanakkale Savaşı’na Topçu olarak katılmıştım.
Yüksek bir yerden dürbünle bakarak, karaya çıkarma yapan İngiliz birliklerinin yerini tespit ediyorduk.
Bir ara Katana Beygirlerinin zorlanarak çektikleri bir araba gördüm.
Arabanın üzerinde Kızılhaç bayrağı taşıyorlardı!
Arabayı üsteğmenime göstererek: ‘Komutanım! Ben bu arabanın ilaç değil, cephane taşıdığı kanaatindeyim. Baksanıza hayvanlar nasıl zorlanıyorlar!’ dedim.
Üsteğmenim dürbünle iyice baktıktan sonra: ‘Evet, haklısın Behic. Ben de aynı kanaatteyim. Ama uluslar arası anlaşmalar var. Kızılhaç Bayrağı taşıyan bir araca ateş edemeyiz’ dedi.
Ben yine ısrar ettim. ‘Komutanım! Harp hiledir. Bunlar, Kızılhaç Bayrağı ile bizi aldatmak istiyorlar.
Siz sorumluluğu üzerinize alın ve ateş emri verin.
Araba, menzilimizin içinde ve tam hedeftedir’ dedim.
Üsteğmenim sorumluluğu yüklenip ateş emrini vermesiyle namluyu ateşledim.
Mermi tam hedefini bulmuştu.
Büyük bir infilâk oldu. Hakikaten ilâç arabası ile cephane taşıyorlarmış.”
Yine Gâzi Behic Onbaşı’nın anlattığına göre, Rumeli Mecidiyesinde takım subaylarından Teğmen Fahri Bey vardı. Genç ve çok yaman bir topçu subayı idi.
Onun hakkında: “Top mermisi ile uçan kuşu bile vurur!” diyorlardı.
Batarya komutanı da Yüzbaşı Hilmi Bey idi.
Fransız Harp Gemisi, kıyılarımızı şiddetli bir top ateşine tutmuştu.
Teğmen Fahri Bey, bizzat kendisi top namlusunun yan ve yükseliş ayarlarını yaptı ve Fransız Harp Gemisi’ni hedefe aldı.
Batarya komutanı Yüzbaşı Hilmi Bey’in komutu ile top ateşlendi ve tam isabet kaydedildi.
Daha önce Anadolu Hamidiye Tabyasından atılan mermi ile yaralanan düşman zırhlısı vurulmuştu.
639 mürettebatı olan harp gemisi, boğazın serin sularına gömülürken ancak beş asker yüzerek kurtulabildi.
Fransız gemisinin batırılması üzerine İngilizler, Rumeli Mecidiyesini susturmak için çok şiddetli bombardımana başladılar.
Şarapnel parçaları, siperlerin üzerine ölüm saçarken takım subayı Fehmi Bey’in emriyle askerler, sığınağa doğru koştular.
O sırada bir İngiliz mermisi, cephaneliğe tam isabet etmişti.
Sığınağa yakın olan bu cephanelikte büyük bir patlama oldu.
Sığınağa koşan askerlerin önde olanları sığınağa ulaştılar.
Arkadan gelenler ise, cephanelikteki sarsıntının etkisiyle etrafa dağıldılar.
Sayıları 40 kişiydi.
14 tanesi şehid olmuştu. 24 yaralı vardı.
İki asker de yara almadan kurtuldular. Bunlardan biri, Edremit’in Çamlık Köyü’nden Mehmed oğlu Seyid idi. Diğeri de, onun takım arkadaşı olan Ali idi.
Ali, olup bitenleri anlamak için sürünerek biraz gerideki mevzilere baktı.
Yaralı askerler, şehidleri tespit ediyorlardı.
Ali, tekrar kendi topunun başına geldi.
Arkadaşları arasında Koca Seyid diye anılan asker ise, yerde baygın yatıyordu.
Ayıldığı zaman, yanında bulunan takım arkadaşı Ali’den başka kimseyi göremedi ve: “Arkadaşlar nerede?” diye sordu.
Ali, soğukkanlı bir şekilde: “Arkadaşlar mertebelerini buldular.14 şehid, 24 yaralımız var. Ayakta sağlam olarak seninle ben, sadece ikimiz kaldık” dedi.
Koca Seyid, denize doğru bir daha baktı.
Düşman gemileri, karaya iyice sokulmuşlardı.
Bombardıman devam ediyordu.
Geride bulunan tabya, bombardıman sonucu çökmüş ve üç asker hariç, herkes çöken toprağın altında kalmıştı.
Koca Seyid, tekrar gemilere baktı. Sonra, topa baktı.
Sonra da 276 kiloluk mermiye baktı ve : “Gel Ali, yardım et de şu gülleyi sırtıma alayım.” dedi.
Ali: “Bu mümkün değil, Koca Seyid!” diye karşılık verdi.
Koca Seyid tekrar, yerde duran mermiye baktı ve: “Bu mermi, lisân-ı hâl ile: Beni namluya sür, diyor!” dedi.
Ali, topun yan yatmış olan vincini kontrol etti.
Sonra, şaşkın şaşkın, arkadaşının yüzüne bakarak: “Kaldıramazsın Seyid” dedi.
Koca Seyid: “Hele bir deneyelim” diyerek ısrar etti.
Ali de: “Allah (c.c) yardımcımız olsun” dedi ve merminin ucundan tutarak yerden biraz kaldırdılar.
Mermiye gres yağı sürüldüğü için ellerinden kayıp yere düştü.
Parmaklarını toprağa bulayıp tekrar denediler.
Ali’nin yardımıyla Koca Seyid, mermiyi nihayet sırtına alabildi.
Sendeleyerek topa doğru yürüdü.
Merdiven basamaklarına ayağını attı. “Ya Allah! Bismillah” diyerek güçlükle mermiyi namluya sürdü ve kamasını kapadı.
Gerek Ali ve gerekse Koca Seyid her ikisi de numara eri değildiler. Bu sebepten dolayı, mermiyi namluya sürmenin dışında nişangâh ayarı yapmak, namluya yan ve yükseliş vererek hareket halinde olan hedefe tevcih etmekte pek usta değildiler.
Her şeye rağmen namluyu hedefe doğru çevirip mesafeyi tahminen ayarlayan Koca Seyid: “Bismillah” diyerek topu ateşledi.
Hedef Ocean Savaş Gemisi idi.
Bu sırada sığınağa koşup ölümden kıl payı kurtulan Batarya Komutanı Yüzbaşı Hilmi Bey, sığınaktan çıkıp sipere dönmüştü.
Atılan merminin, hedefe isabet ettiğini gördü: “Hangi yiğit, topu ateşledi!” diye merak ederek topun yanına geldi ve: “Sen miydin Seyid? Vurdun gemiyi” dedi.
Seyid Onbaşı’nın İng. Savaş gemisi Ocean’ı vurduğu bu top günümüzde İstanbul Harbiye Askeri Müzesinin bahçesindedir. Her gün yüzlerce ziyaretçi onu görmektedir.
Sultan II. Abdulhamid Han 1886 yılında ilgili fabrikaya bu toplardan 8 adet Çanakkale istihkâmları için sipariş verip 1889 da teslim almıştır. Daha sonra Asaf Paşa tarafından Çanakkale ye getirilmiş ve Rumeli Mecidiyesi ile Anadolu Hamidiye Tabyalarına yerleştirilmiştir.
SEYİD ONBAŞININ KULLANDIĞI TOPUN AKADEMİK HÜVİYETİ
1. Topun İsmi: Kahraman Nefer Seyid Topu
2. Topu Almanlardan satın alan: II. Sultan Abdulhamid
3. Topun sipariş tarihi: 1886
4. Sipariş verilen firmanın adı: Alman Kurup Firması
5.  Türkiye ye teslim tarihi: 1889
6.  Markası: Kurup Marka Çakılı Top
7. Namlu uzunluğu: 11,37 metre
8. Namlu Çapı: 35 cm
9.  Namlu ağırlığı: 85 ton
10.  Kundak boyu: 8,4 metre
11.  Toplam ağırlığı: 170 ton
12.  Mermi uzunluğu: 1,72 metre
13.  Mermi ağırlığı: 276 kg[1]

KAYNAK:Ömer Mustafa DÖNMEZ, TANIDIĞIM ÇANAKKALE GAZİLERİ, Kurtiş Matbaacılık, Kasım 2006
Seyit Onbaşı ve onun gibi adı bilinen veya bilinmeyen nice kahramanların manevi hatıralarını korumak ve yaşatmak bu vatanın evlatlarının boynunun borcudur. Mekanları Cennet olsun.
                  Başak Ayçin Büyükkurt / Dönmez



[1] Bkz. Çanakkale Savaş Alanları Gezi Günlüğü- shf. 116

21 Kasım 2012 Çarşamba

ŞEHİR YAZILARI: TRABZON BÜYÜR GÖZBEBEKLERİMDE

ŞEHİR YAZILARI: TRABZON BÜYÜR GÖZBEBEKLERİMDE: M.NİHAT MALKOÇ Cihan padişahı Kanunî Sultan Süleyman’ın doğduğu, yedi yaşına kadar yaşadığı, babası Yavuz Sultan Selim’in 22 yıl valilik ...

20 Kasım 2012 Salı

40 YIL ÖNCE ELEKTRİKLER KESİLDİĞİNDE

Arkada teyzem, önde soldan sağa: Ben, anneannem ve Feriha



            40 YIL ÖNCE ELEKTRİKLER KESİLDİĞİNDE

Televizyonun resmini yabancı dergilerin yerli adaptasyonlarında görüyorduk. Bilgisayarın varlığından bile haberimiz yoktu. Bir radyo vardı dinlediğimiz... Trabzon Radyosu yayın hayatına yeni geçmişti. Ancak Trabzon'da şehir elektriği en şiddetsiz fırtınada bile kesilirdi 60'lı yıllarda... Uzun kış gecelerinde radyo da dinleyemezsin. Pilli radyodan mı dinleseydik? Yoktu ki o zamanlar. Olsaydı yeni çıkan her elektronik eşyayı herkesten önce alıp eve getiren babam onu da mutlaka alırdı. Her neyse... Mevsim kış, şehir desen Trabzon; Yani hemen hava kararıyor, arkası gaz lambası ışığında geçirilecek uzun bir gece... Ödevlerimizi gaz lambası ışığında yapıyoruz, o da yetmiyor annem bir mum yakarak önümüze koyuyor. Zar zor ödevleri bitiriyoruz. Arkası uyku. Peki ya cumartesi geceleri? Ertesi gün tatil… O gece anne ve babalarımızla biraz daha vakit geçirmek hakkımız. Aksi gibi elektrik de kesildi. Radyo dinleyemezsin, gazete, kitap okuyamazsın. Bir gaz lambasının ışığı hangimize yetsin? İşte o zaman türlü ev aktiviteleri devreye giriyor. "İsim-şehir oynamak" da bu aktivitelerden biri. Hemen geçen yıldan kalma defterlerimizden birer sayfa koparıyoruz. Her ne kadar gaz lambası ve mum ışığında da olsa siyah kurşun kalemle yazılan yazılar beyaz kağıtta rahatlıkla okunuyor. Ferim'le oynayacağız. Fakat iki kişiyle tadı çıkmıyor. Hemen anneme yalvarıyoruz. Bizi kıramayan annem bize katılıyor. Babamı da çağırıyoruz. Her zamanki ağırlığıyla teklifimizi nazikçe geri çeviriyor. Annemi kadroya almak bize yetmiyor, teyzemden rica ediyoruz o da katılıyor, zaman zaman eniştemi de aramıza alıyoruz. Onun ve annemin bilgisi bizden çok. Biraz haksız rekabet gibi görünse de arada bir bizi motive etmek için bildikleri isimleri bilmemiş gibi yazmıyorlar. Oyun tam hararetlenmişken elektrikler geliveriyor. Eniştem hemen elektrikler kesilmeden önce okumakta olduğu gazetesini eline alırken annem, babamın yanına dönüyor. Kaldık mı yine Feri ile ikimiz. En keyifli isim-şehirleri ise Gülçin yengemler bize geldiğinde oynardık. Birten, Erdinç, Feriha  ve ben ... Tam dört çocuğuz. Bir de Kadir var, amcamın en küçük oğlu. O henüz okula gitmiyor. Oyuna katılmış gibi olsun diye onun eline de kağıt-kalem veriyoruz, biz yazarken o da bir şeyler karalıyor. Onlarla birlikte isim-şehir oynamak için elektriğin kesilmesine ihtiyaç yok. Ne zaman başka oyunlar oynarken kikirdesek ve gürültü çıkardık diye büyüklerimizden uyarı alsak hemen isim-şehir oynamaya oturuyoruz. Ne de olsa düşünerek oynanan bir oyun. O da yetmezse "Tıp" oynuyorduk, bizi susturmak isteyen büyüklerimize tavır olsun diye.
Elektriksiz gecelerin aktivitesi yalnız isim-şehir oynamak değildi.  Çeşitli gölge oyunları oynardık, gaz lambasının ışığının duvarda devleştirdiği gölgelerle…  Bu iş için en çok parmaklarımızı kullanırdık. İncecik çocuk kolumuzu az bükünce yılan oluverirdi duvarda, minicik yumruğumuz da yılanın başı... Parmaklarımızla kurt, tavşan, gagası kıvrık kartal gölgesi yapardık duvarlara… Her yeni buluğumuz figürü övüne övüne gösterirdik büyüklerimize.
Gölge oyunundan sıkıldığımızda henüz uyumamış olan anneannemin başına ekşirdik: “Hadi bize masal anlat.” diye. Bir-iki nazlanan anneannem “Bir varmış, bir yokmuş, deve tellel iken, pire berber iken, ben babamın beşiğini tıgır mıngır sallar iken…” diye başlardı masala… Başlardı da arkasını getiremezdi bir türlü: “Hangisini anlatayım?”  diyerek bize seçme şansı tanırdı. Sanki o uzun ve elektriksiz gecede bildiği bütün masalları anlattırmadan onu bırakacakmışız gibi… “Keloğlan”la başlardı masallar dizisi. Ardından “Kahveci Güzeli”, “Maymûne”, “Kirazoğlu”, ormanda birlikte kaybolan “Pirinç ve Turunç” kardeşlerin masalı. O masalı dinlerken kendimi Pirinç, ağabeyimi de Turunç’un yerine koyardım. Ağabeyimin adı Ertunç’tu ama annem ona her zaman “Turunç” diye hitap ederdi. O masaldan aklımda yalnız şu tekerleme kalmış:
“Turunç”
“Lebbeyk pirinç”
“Tut Pirinç Hanım’ın elinden”
“Düşmesin incili nalinden”

İncili nalin! Nalinin ne olduğunu biliyordum. Zira tokyo giymenin henüz yaygınlaşmadığı 60’lı yıllarda, tuvalette, banyoda, çarşı hamamında, evlerin avlu ve bahçelerinde nalin giyilirdi. Gerçi biz kendi aramızda ona “takunya” derdik ama anneannem, takunyanın kibar adının nalin olduğunu bana öğretmişti. Hatta “nalın” değil “nalin” derdi. Nalini biliyordum ama ya incilisi? İncili nalin nasıl bir şeydi acaba? Hayatımda hiç inci görmemiştim. Yine de Hac’dan dönen bir ahbabının anneanneme getirdiği tespihin boncuklarına benzediğini biliyordum.
Hayat Mecmualarında tuvaletli boy boy fotoğraflarını gördüğüm Kraliçe Elizabeth ve Prenses Süreyya’nın boynundaki kolyelerden de az- buçuk tanıyordum inciyi…
Ancak yuvarlak boncuk olan inciler, nalinlerin üzerinde kopup düşmeden nasıl durabilirlerdi? Neyle yapıştırılıyorlardı ki düşmüyorlardı? Düşünüyor, düşünüyor sonunda buluyordum. Gülçin yengemin gümüşlü nalinleri vardı. Gümüş işlemeli hamam tası ile birlikte evindeki ceviz büfenin camlı gözünde dururdu. Onlara hiç elimi sürmemiştim. Ancak her gidişimde burnumu büfenin camına yapıştırırcasına gümüşlü nalinleri incelerdim. İncili nalin de onun gibi bir şey olmalıydı. Bu masalın kahramanı olarak incili nalinlerle ormanda gezindiğimi hayal ederdim.
Anneannem masalın bir yerinde nefes almak için durakladığında, artık ezbere bildiğimiz masala devam etmeye kalkınca anneannem: “Dinlemeyecekseniz anlatmayacağım.”  diye bizi tehdit yollu uyarırdı. Üçüncü masaldan sonra zavallı yaşlı anneanneciğim yorulur: “Masal da burada bitmiş.” diyerek masallar dizisinin sonunu bağlamaya kalkınca itirazlar yükselirdi. Fakat anneannem:
“Yeter artık yoruldum.” diyerek olaya son noktayı koyardı.
Biz durur muyuz? İkimiz birden:
“Anneanne! Anneanne! Bize bilmece sor!” diye yapışırdık.
Anneannem:
“Yoruldum. Bilmece filan soramam.” derdi kararlı bir tavırla.  
Yine başına tebellâş olurduk:
 “Öyleyse biz sana soralım.”
O ana kadar bizi çaktırmadan izleyen annem:
“Anneannenizi rahat bırakın. Bana sorun.”
Bir Feriha sorardı, bir ben… Annem ikisini de bilirdi. İkimiz birden anneme:
“Cevapları nereden biliyorsun? “ diye sorar, anneannemin işaretle gizlice anneme tüyo verdiğini sanırdık. Annemi de anneannemin yetiştirdiği, onun da aynı masal ve bilmecelerle büyümüş olduğu çocuk aklımıza gelmezdi. Annemi kendimiz gibi çocuk olarak düşünemezdik ki!
Sonunda bilmece sorma sırası anneme gelirdi; Aha da ranzaaa! Annem bir bilmece sorardı ki bil bilebilirsen. Peki ama biz bu bilmeceyi anneannemden hiç duymamıştık. Annemden ipucu isterdik. Annem öyle ipuçları verirdi ki bilmeceden daha çetrefilli… Teyzem, anneannemin arkasına saklanmış odanın alacakaranlığından da faydalanarak işaretlerle bize tüyo vermeye çalışırdı. Aksi gibi işaretten-işmardan da hiç anlamam. Allah’tan Feriha, annesinin işaret diline aşina olduğu için teyzemin ne anlatmak istediğini kestirir ve doğru cevabı bulurdu. Annem ise teyzemin bize yardım etmesini görmezden gelirdi. Sonra teyzem bir bilmece sorardı ki, tam bir zeka testi…
Büyükler bizimle oynamaktan bıkınca bizim için oyalanacak bir tek şey kalırdı. Yana yana eriyen mumun kenarındaki sızıntıları alarak sıcak sıcak şekil vermek.  En çok da mumdan tırnak yapardık kendimize. Tırnak uzatmamız yasak olduğu için midir nedir, Saklambaç Gazetesi’nin, Hayat ve Ses Mecmualarının sayfalarında gördüğümüz kadın artistlerin uzun ve manikürlü tırnaklarına özenirdik. Mumdan takma tırnakları, tırnaklarımızın üzerine sıcak sıcak tuttururduk. Fakat on parmağımızdan daha beşinin bile tırnağını tamamlamadan tırnaklarımızın üzerindeki mum soğur, tırnaklarımız patır patır düşerdi. O karanlıkta nereye düştüğünü bul bulabilirsen. Bu son aktivite de bittiğinde hala elektrik gelmemişse bize artık gidip uyumaktan başka yapacak bir şey kalmazdı. Ertesi sabah aydınlığa uyandığımızda ise bizi masanın üzerine yayılıp erimiş mumlar ve yerlere saçılmış, eğri büğrü mum tırnaklar karşılardı.

Başak Ayçin Büyükkurt / Dönmez
Her hakkı yazarına aittir.

8 Temmuz 2012 Pazar

HAYDAR AMCA ÇOCUK KİTAPLARI SERİSİNDEN SEÇMELER




TUZAKTAKİ CEYLAN

Çaylak, kaplumbağa ve fareden ibaret olan candan sevgili üç arkadaş ormandaki pınarın hemen kenarını kendilerine yurt edinmişler yaşayıp gidiyorlardı.
Bir gün üç arkadaş su kenarında oturmuş sohbet ediyorlardı. Ansızın büyük bir hayvanın o tarafa doğru koşarak geldiğini gördüler.
Hepsi birden hemen sohbeti bırakıp korku ile yerlerinden sıçradılar ve sağa sola koştular.
Çaylak hemen yüksekçe bir dala konarak gelenin kim olduğuna dikkat etti.
Gelen bir ceylandı. Çaylak hemen arkadaşlarına seslenerek korkulacak bir şey olmadığını haber verdi. Yine hepsi daha önce toplandıkları yere döndüler.
Meğer ceylan kaplumbağanın eski arkadaşıymış. Onu tanıyan kaplumbağa:
“-Bu telâşının sebebi nedir?”
Diye sordu. Ceylanın heyecanı hala geçmemişti.
“-Ormanın iç kısımlarında bir patırtı işittim ve bunu avcı sanıp oradan kaçtım.”
Diye cevap verdi.
Kaplumbağa eski arkadaşına dönerek:
“-Korkma!” dedi. “Çünkü biz buralarda avcı görmedik. Bak burada bizim yerimiz çok güzel. Suyumuz bol ve otlağımız zengindir. Dilersen bizimle kal.”
Bu teklif ceylanın canına minnetti. Hemen kabul etti. Böylelikle dört arkadaş her gün toplanarak başlarına gelmiş ve işitmiş oldukları şeyleri birbirlerine anlatıp pek tatlı günler geçiriyorlardı.
Bir gün yine aynı toplandılar. Fakat ceylan toplantı saatine geç kalmıştı. Biraz daha beklediler yine gelmedi. Merak etmeye başladılar.
Kaplumbağa, fareye döndü ve:
“-Acaba ceylan kardeşin başına bir şey mi geldi? O hiç böyle gecikmezdi.”
Diyerek endişesini belirtti.
Farenin de içine bir şüphe düşmüştü. Kaplumbağanın endişesini haklı buluyordu:
“-Belki de şu anda avcılar peşine takılmıştır.” Dedi.
Kaplumbağa, farenin sözünü yarıda kesti.
“-Ah! Ceylan olmak da ne büyük tehlike! Avcılar onun etine bayılıyorlar.”
Bu arada çaylak söze başladı:
“-İyi ki ben bir ceylan değilim.”
Diye konuştu.
Hep beraber çaylağın bu sözüne güldüler. Fare arkadaşlarına dönerek:
“-Şimdi gülmeyi bırakalım da yapılacak işe bakalım.” Dedi.     
Kaplumbağa:
“-Şimdi yapacağımız iş nedir?” diye sordu.
Fare:
“-Arkadaşımızı hep beraber aramalıyız.” Dedi.
Böyle zamanlarda arama işi çaylağa ait bir vazife idi. Kaplumbağa ile fare, çaylağa:
“-Haydi, şöyle etrafı bir dolaş da gel bakalım.”
Çaylak uçtu, etrafı yokladı. Ceylan bir tuzağa düşmüştü. Derhal geri dönerek arkadaşlarına vaziyeti bildirdi.
Fare ile çaylak, arkadaşlarını kurtarmak için derhal harekete geçtiler. Kaplumbağa de onlarla birlikte gitmek isteyince fare ona:
“- Sen oraya varıncaya kadar yıllar geçer. Senin kanadın mı var ki uçasın? Vücudunda hafiflik mi var ki koşasın?”
Kaplumbağa da:
 “-Öyle ise dostlarım siz vakit geçirmeden hemen gidiniz. Ben yavaş yavaş gelirim.” Dedi.
Çaylak, fareyi pençesine atarak havalandı. Az sonra ceylanın tuzağa düştüğü yere varmışlardı. Fare, ceylana yaklaşarak şöyle dedi:
“-Sen açıkgöz ve akıllı bir kimsesin. Nasıl oldu da böyle bir belaya çattın?”
Ceylan cevap verdi:
“-Akıl, kaza ve kadere ne yapabilir?”
Fare, arkadaşının bu sözüne:
“-Evet, çok doğru söyledin. Mukadderatın önüne geçilmez.” 
Diyerek karşılık verdi.
Bu esnada çaylak hemen alelacele etrafı şöyle bir dolaşıp gelmişti:
“-Üzülmeyin, bu ormanda hiç avcıya rastlamadım.” Dedi.
Ceylan:
“- Sen görmemiş olabilirsin ama bu civarda avcılar pek eksik olmaz.”
Fare de ceylanın sözlerini tasdik etti:
“- Sen görmesen bile mutlaka bu civarda mutlaka avcı vardır. Yoksa bu tuzak kendi kendine kurulmadı ya! Onu kuran avcı belki de birazdan çıkagelir.”
Onlar böyle konuşurken kaplumbağa da geldi. Ceylan onu görünce:
“- Sen buraya gelmekle iyi etmedin. Farenin ipleri kestiği sırada avcı buraya gelecek olurda ben hemen koşarım. Fare de bir delik bulur saklanır. Çaylak uçar gider. Fakat sen ağırsın. Kolay kolay hareket edemezsin. Avcının seni ele geçirmesinden korkarım.”
Kaplumbağa:
“- Ne yapayım, dostlarımdan uzak yaşayamıyorum.”
Tam sözlerini bitirmişti ki avcı uzaktan göründü. Fakat fare tuzağın iplerini kemirip koparmıştı. Ceylan ok gibi yerinden fırlayıp kaçtı. Çaylak uçtu. Fare de bir delik bulup girdi.
Meydanda sadece kaplumbağa kalmıştı. O hiçbir yere kaçamadı. Sadece taş gibi durup kafasını içine çekmişti.
Avcı iplerin kesik olduğunu görünce çok üzüldü. Sağa sola bakarken kaplumbağa gözüne ilişti. Hemen onu yerden alarak torbasına yerleştirdi.
Ceylan, fare ve çaylak, bu defa kaplumbağanın başına gelenlere çok üzüldüler. Onu kurtarmak için bir çare düşünmeye başladılar. Ceylan.
“- Çok üzüldüm, ben kurtulurken o felakete uğradı. “
Fare.
“- Biz zaten ona tembih etmiştik buralara kadar gelme diye. Sözümüzü dinlemedi, geldi.”
Çaylak, fareye dönerek:
“Fare kardeş1 Bu şekilde kızmanın bir faydası yok. Şu anda arkadaşımızı kurtarmak için bir tedbir düşünelim.”” 
Fare de söylediklerine pişman olmuştu:
“-Haklısın kardeşim. Laf ile işler yürümüyor. İş lâzım iş…”
“- Ne gibi bir iş?”
“- Yapabileceğimiz bir iş tabii. Şimdi herkes arkadaşımızı kurtarmak için bir plan hazırlasın. Hangisi en güzel olursa onu uygularız.”
Sonunda fare kurnazca bir plan hazırladı. Plana göre ceylan en kestirme yoldan avcının önüne çıkmış, güya ayağı kırılmış ve yaralıymış gibi yere yatmıştı.
Çaylak da güya ceylanın gözlerini oyuyormuş gibi numaralar yapıyordu.
Avcı uzaktan durumu görünce kendi kendine :
“- Tamam, işte tuzaktan kurtulup kaçan ceylan bu olmalı.” Diye düşündü ve o tarafa doğru koşmaya başladı. Ceylana yaklaşınca dehşetle irkildi. O da ne? Bir kuş zavallı ceylanın gözünü oymaya çalışıyordu. Avcı artık bu ceylanın kendi tuzağından kurtulan ve ayağı kırılan hayvan olduğuna iyice inanmıştı. Hemen torbasını bir tarafa atarak ceylanı tutmaya gitti. Avcı yaklaştığı sırada ceylan yerinden kalktı ve kaçmaya başladı. Güya yaralı olduğu için topallıyor ve pek hızlı koşamıyordu. Avcı, onu tutacağım diye habire peşinden geliyordu. Böylelikle yarım saat kadar ceylan avcıyı oyalamış ve onu iyice yormuştu. Bu arada fare torbanın ipini keserek arkadaşını kurtardı ve beraberce evlerinin yolunu tuttular. Ceylan farenin çizdiği plana göre hareket edip avcıyı birgüzel yorduktan sonra bütün kuvvetini bacaklarına vererek evine gitti.
Avcı, yaralı ceylanın birdenbire hızlanarak kaçmasına çok şaşırmıştı.
“-Allah Allah… Rüya mı görüyorum yoksa.” Diye söylenmekten kendini alamadı. “Madem ki böyle koşacak hali vardı neden biraz evvel kuş gözünü oymaya çalışırken hiç kımıldamıyordu bile?”
Bir şey daha avcının dikkatini çekmişti. Kuş o kadar kafasını, gözünü gagaladığı halde ceylandan bir damla kan bile çıkmamıştı.
“- Bunda da bir iş var.” diye düşündü.
Ceylandan tamamen ümidini kesince torbasının yanına döndü. Yorgunluktan bitap bir halde idi. Bu defa iplerin koparılmış olduğunu gördü. İçindeki kaplumbağanın da kaçtığını anlayınca biraz önce kendisini oyalayan ceylanın halini gözünün önüne getirdi.
“- Acaba ben aklımı mı kaçırdım?” Diye düşündü.
Ceylan tuzağa düşmüşken tuzağın iplerinin kesilmesine, sonra onun gözlerini oyan çaylağın durumuna, daha sonra ceylanın topallayarak önüne çıkmasına, en sonunda torbanın iplerinin de kesilerek içinden kaplumbağanın kaçmasına bir türlü akıl erdiremiyordu. İçine bir korku düştü:
“-Galiba burası cin, peri ve sihirbazlarla dolu bir yer!”
Diyerek hiçbir şeye bakmadan oradan kaçmaya başladı. Avcının böyle pür telaş köye geldiğini gören hanımı merakla sordu:
“- Nedir bu halin böyle? Seni hiç bu şekilde görmemiştim.”
Avcının konuşacak hali kalmamıştı:
“-Cin, peri, ceylan…” diye kekeledi. Sonra bir bardak su istedi. Hanımı ona bir tas ayran getirmişti.
Avcı ayranı içtikten sonra anlatmaya başladı:
“- Aynı rüyaya benzer şeyler gördüm. Tıpkı masallardaki gibi…”
Sonra bütün olup biteni tek tek anlattı. Bir daha o çevreye avlanmaya gitmeyeceğine yemin etti.
Böylece birbirine candan bağlı dört samimi arkadaş, yuvalarında ömürlerinin sonuna kadar mutlu ve güven içinde yaşadılar.


KAYNAK:Haydar Amca Çocuk Kitapları
Seri:B
TUZAKTAKİ CEYLAN
Nakleden:
Haydar Haydar Yavuz Giritli
İBRETLİ ÇOCUK HİKAYELERİ SERİSİ NO.11

6 Temmuz 2012 Cuma

BAHÇEDEN BALKONA


BAHÇEDEN BALKONA

Yaz mevsiminin tam ortasında olduğumuz şu günlerde hepimiz kendimize kavurucu sıcaklardan sığınabileceğimiz serin bir köşe aramaktayız. Bugün otomobillerle ancak ulaşabildiğimiz şehrin ta öbür ucundaki serin ve gölgeli köşeler eskiden yanı başımızdaydı.
Tahmin ettiğiniz gibi bahçelerden söz ediyorum.
Bugün bahçe dendiğinde aklımıza ilk gelen ya bazen oturmak için boş bir bank bile bulamadığımız parklar ya da yüklü bir masrafı gözden çıkarmadıkça serinliğinden yararlanamadığımız çay bahçeleri.
Oysa eskiden her evin bir bahçesi vardı. Etrafı yıkık dökük de olsa duvarlarla çevrili bahçelerin içinde iki katlı kârgir evler… Çocuklarımızı korkusuzca salıverdiğimiz bahçemiz… Gündüz ikindiden sonra bir parça serinlik için kendimizi attığımız kendi bahçemizdi. Sıcaktan uyku tutmadığı bunaltıcı yaz gecelerinde kendi bahçemizdeki çardakta gecenin ilerleyen saatlerine kadar otururduk. Ekstradan masrafa gerek yok; Kuruyemişler kilerden, karpuz buzdolabından, çay mutfaktaki demlikten, hem de sınırsız. Yine de arada bir çocuklar “acıktık” derse, ekmeğin üzerine biraz tereyağı, üzerine reçel…
Bahçelerimiz; Toprağın yeşermeye başladığı ilk günlerle beraber gül, yasemin, şebboy kokan bahçelerimiz. Babaannemin evinin de böyle güzel bir sürpriz bahçesi vardı. Niçin “sürpriz bahçe” adını verdiğimi anlatacağım.
Babaannemin evi, Hacı Kasım Mahallesi’nde idi. Binaya dışarıdan bakıldığında yalnızca kalın duvarlar, küçük bir pencere ve bordo yağlıboyalı bir tahta kapı görünüyordu. Bu haliyle sanki bütün ev, tek göz bir odadan ibaretmiş gibi duruyordu.
O tahta kapı açılıp ta içeri girildiğinde sağ tarafta iki oda, bir sofa ve sofanın penceresinin açıldığı terası görmek sürprizin ilk bölümünü oluşturuyordu. Asıl sürpriz aşağıdaydı.
Sokak kapısının tam karşısında aşağıya doğru önce birkaç merdiven sonra eğimli bir koridorun sonundaki kapı zemini şıma bir alt sofaya açılıyordu. Babaannem çok eskiden bu sofaya hasır sererdi.
Asıl sürpriz ise sofanın diğer kapısını açtığınız zaman başlıyordu. Enva-i çeşit ağaç ve çiçeklerle donanmış harika bir bahçe…
Bahçenin, komşunun eviyle sınır teşkil eden duvarı sekiler halinde yükseliyordu. Babaannem bu sekilere çiçek saksılarını dizmişti. Saksıda yetişebilen hemen her çiçekten vardı; Her biri bir sultan küpesini andıran küpe çiçekleri, renkleri ile olduğu kadar kokularıyla da insanı hayran bırakan renk renk karanfiller, salkım salkım pembe çiçekler açan begonyalar, yaprağına el değer değmez etrafına hoş bir koku salarak adeta “hoş geldin” diyen ıtırlar…
Bahçeye girmeden önce küçük bir taşlık vardı. Taşlığın ortasında etrafı taşlarla çevrili yuvarlak bir toprak parçası üzerinde yetişmiş olan asmanın dalları üst katın terasına kadar uzayarak kapının altında bir çardak oluşturmuştu. Yazın sıcaktan içeride bile oturamadığımız saatlerde bu çardağın gölgesinde serinlerdik. Babaannem, bahçeyi kendine göre bölgelere ayırmıştı. Taşlığa yakın kısımlara çiçek dikmişti. Sarılı-kırmızılı, morlu siyahlı şebboylar, narçiçeği renginde kınaçiçekleri,  Ortaları rengârenk empirme kumaşları hatırlatan kocaman çiçekleriyle sarı, kırmızı, beyaz zambaklar, marula benzeyen yaprakları küçükken evcilik oyunlarımın kurbanı olan pembe, mor kır menekşeleri… Çiçeklerini Sümerbank’ın vitrininde gördüğüm divitin kumaşların desenlerine benzeterek hayran olduğum hercai menekşeler,  ferahlatıcı kokusu insanın içinin derinliklerine kadar işleyen beyaz limon çiçekleri, kadifeye benzeyen bordo çiçeklerinden takma tırnak yaptığım yıldız çiçekleri, sarı kasımpatılar… Yapraklarından buram buram narenciye kokusu yayılan mandalina ağacı ve onun dibini süsleyen açık mor hanım çantası çiçekleri… Bir yüzü yeşil, bir yüzü kırmızıya çalan pembe meyvesiyle şeftali ağacı… Yere düşen çiçeklerini toplayarak soluncaya kadar hayranlıkla seyrettiğim nar ağacı…  Meyvesi yalnız bize değil bütün mahalleye yetip de artan bereketli mor patlıcan inciri…  Annemin ve yengemin, adeta bal damlayan mürdüm rengi meyvelerinden kavanoz kavanoz reçel yaptığı “amas eriği”  ağacı …  
Ve nihayet çiçekleri kraliçesi, bahçelerin tartışmasız hâkimi güller; Eşsiz kokuları muhteşem duruşlarıyla rengârenk, çeşit çeşit güller: Siyaha çalan koyu kırmızı rengiyle “kadife gülleri”, mangaldaki közleri andıran kırmızı ışıltısıyla “ateş gülleri”, yeşil yaprakların arasına serpilmiş gibi duran “sarmaşık gülleri”.  Kardeş kardeş aynı dalı paylaşan “yediveren gülleri”.Tamamen açıldığında neredeyse bir yemek tabağı çapına ulaşan reçellik ve şurupluk “pembe tabak gülleri”
Babaannem, bahçenin ta dibine, çiçeklerin sona erdiği alana mevsimine göre sebze dikerdi. Karalâhana, pazı, marul, taze soğan, kabak, nane, maydanoz gibi sebzeleri pazardan almaya gerek kalmadan bahçeden toplardı. Yani “bahçeden tencereye”… Bahçenin bir köşesinde, tavukların çıkıp gezinebilecekleri kadar bir alanı tel örgü ile çevirerek küçük bir kümes yapmıştı. “ sebzeler, meyveler bahçeden, yumurta kümesten.” Tavuklar kuluçka düştükleri zaman civcivlerin yumurtadan çıkacakları günü heyecanla beklerdik. Duvardan atlayarak bahçeye giren kediler de evin artıklarından nasiplerini alırlardı.
Üç aşağı beş yukarı hemen her evin bahçesinde aynı güzelliklere rastlamak mümkündü. Biz kiracı olduğumuz için ara sıra ev değiştirmek zorunda kalıyorduk. Babaannemin evininki kadar olmasa bile bizim oturduğumuz evler de bahçeliydi. Özellikle son oturduğumuz evin bahçesi tek kelimeyle muhteşemdi. Teknik ressam olan ev sahibimiz, evin bahçesini de içi kadar güzel tasarlamıştı.  Evin bahçesinin alanı, binasının kapladığı alanın üç katıydı. Bahçedeki yüksek çam ağaçları, dişbudak ağaçları, başta sarı, turuncu, kırmızı, beyaz olmak üzere her renkten güller, sarı sarı zerrinler, fulyalar, mor, beyaz, pembe sümbüller, papatyalar, menekşeler, bahar dalları anlatılmaz güzellikteydi. Her evin bahçesinde olduğu gibi bizim evin bahçesinde de sebzeler ve kümes için alanlar ayrılmıştı.
Bu kadar ağaç ve çiçeğin bulunduğu yere kuşlar gelmez mi? Sabahları kuş cıvıltıları arasında kahvaltı ediyorduk. İkindiden sonra dallardaki mekânlarına dönen kuşlar yine etrafı şarkılara boğuyorlardı.
Bazen akşam yatarken; “Gece yarısı kalkıp bahçeye çıksam acaba güllerin dalında bülbül görür müyüm?” diye düşünerek uykuya dalardım.
Ancak her güzel şeyin bir sonu vardır ya! Birgün evini bize kiralayarak Ankara’ya yerleşmiş olan ev sahibimizden bir mektup aldık. Ankara’da apartman dairesinde yaşayamıyormuş, evini, bahçesini, denizi özlemiş. Geri dönecekmiş. Oradan da taşınmamız gerekiyordu. Annemle birlikte ayaklarımız su toplayıncaya kadar bahçeli kiralık ev aradı. Trabzon kazan, biz kepçe… Ancak sonunda, iki cephesinde de balkonu bulunan ve arka cephesi, evin sahibine ait olan bahçeye bakan bir apartmanın ikinci katını bulabildik. Aynı zamanda annemin ilkokuldan arkadaşı olan eski ev sahibimizi mağdur etmemek için apar topar yeni evimize taşındık.
Bahçesiz bir evde oturmak! Sokak kapısını açtığında adımını bahçeye değil merdiven sahanlığına atmak! Tüm gün dört duvar arasında yaşamak, dört duvar arasında sıkılınca nefes alacak bir açık alan olmaması nasıl bir şeydi? Bahçesiz, çiçeksiz; kuşları ve kedileri görmeden nasıl yaşanırdı ki?
Annem sokakta rastladığı eski komşulara yeni evimizden bahsederken: “Bahçesi yok ama iki cephesinde kocaman balkonları var. Çok havadar, bir taraftan sokağa, diğer taraftan Zağnos Köprüsü’ne bakıyor.” diye anlatıyordu.
Annem eve taşındıktan sonra ilk iş olarak evdeki saksı çiçeği sayısın arttırmaya başladı. Çiçekleri olan komşularımızın ve yengemin yaptığı “ayırtma” katkılarıyla kısa zamanda iki balkonumuz içinde rengârenk çiçekler açan saksılarla doldu. Balkonların kenarları yetmediği için bir birer sıra saksı da balkonların içine dizmiştik. Balkonlarda saksılardan adım atacak yer kalmamıştı. Çamaşır asarken çamaşırlar çiçeklere değiyor, bazen çiçekler zarar görüyor bazen de çamaşırlar kirleniyordu. Çiçeklerin yaprakları kuruyup döküldüğünde, saksılardaki çiçekleri suladığımızda ise sular ve topraklar balkonun mozaik zeminine dökülüp kirletiyordu. Oysa bahçeli evler ne güzeldi. Çiçekler, ağaçlar kendi alanlarında, insanlar kendi alanlarında birbirini rahatsız etmeden yalayıp gidiyordu.
Balkonlar çok güneş aldığı için öğlenden sonra hava almaya balkona çıkamıyorduk. İçeride tıkılıp kalıyorduk. Kışın ise şiddetli rüzgâr aldığı için balkonlara ancak çamaşır asmak için çıkabiliyorduk.
Bahçeden balkona geçmek hiç de iyi bir şey değildi.

11 Haziran 2012 Pazartesi


ÖRÜMCEĞİN ÖYKÜSÜ

Yaslanın arkanıza!
Şimdi size son derece ibret verici bir hikâye anlatacağım.
Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde…
Neyse sözü fazla uzatmayacağım. Biliyorum hepinizin zamanı dar ve kıymetli…
Küçük bir apartman dairesinde yaşlı bir çift yaşıyormuş.  Birbirine pek düşkün olan bu iki yaşlı insan, mecbur olmadıkça hiç birbirinden ayrılmazmış.
Bir gün yaşlı kadın, evinin banyosunu temizlerken kalorifer borusunun duvarla birleştiği köşede bir örümcek görmüş. Kadın duvarlara maşrapa ile su döktükçe örümcek önce irkiliyor, sonra da fayansın köşesine örmüş olduğu ağının incecik tellerine korkudan sıkı sıkı yapışıyormuş.
Allah(c.c.)’n bütün yaratıklarına merhametli bir gözle bakan yaşlı kadın duymasa da o anda örümceğin belki bir nokta büyüklüğünde olan kalbinin nasıl küt küt attığını hissedebiliyormuş.
Kadın önce “Acaba zehirli midir? Gece biz uyurken yanımıza kadar gelip bize zarar verir mi?” diye düşünerek telaşa kapılmış.
Ancak evinin başparmağı parmak bile olmayan bir köşeciğini kendisine yuva edinen örümceği öldürmeye gönlü razı olmamış.
Gürültüden kaçıp gitsin diye birkaç kere süpürgenin sapıyla duvara kuvvetlice vurmuş. İyice korkan örümcek, yuvasının iplerine daha da sıkı sarılmış. O zaman yaşlı kadın, örümceğin o incecik ve dayanıksız yuva içinde kendini ne kadar çok güvende hissettiğini anlamış. Banyonun o köşesini yıkamaktan vazgeçmiş. “Bir-iki gün sonra nasıl olsa kendiliğinden gider. O zaman temizlerim.” diye düşünmüş.
Yaşlı kadın banyonun o köşesini temizleyebilmek için her gün örümceğin yuvasının yakınlarına dikkatli bir şekilde su serpiyormuş. Her defasında, sudan irkilerek ağına daha sıkı yapışan örümceği görerek vazgeçiyormuş.
Sonunda yaşlı kadın örümceğin ölmedikçe yuvasını terk etmeyeceğini anlamış. “Bir örümceğin ömrü ne kadardır ki? Nasıl olsa ömrü bitince kendiliğinden ölecek. Orayı da o zaman temizlerim.” diye düşünerek örümceğe de yuvasına da dokunmamaya kesin karar vermiş.
Sonra ellerini açarak Rabbine: “Allahım! Bunu sen yarattın, ona rızık verdin, evimin bir köşesini yuva olarak verdin. Senin yarattığın, koruduğun ve kolladığın bir canlıyı öldürme hakkını ben kendimde nasıl görebilirim? Ancak onun zehirli olmasından ve bize zarar vermesinden korkuyorum. Sen bizi ondan gelmesi muhtemel zararlardan koru!” diye yakararak dua etmiş.
Artık her sabah elini yüzünü yıkarken örümceği orada mı diye bakıyormuş. Zamanla yaşlı kadının içinde örümceğe karşı merhameti de aşan, tıpkı kedilere ve köpeklere duyduğu gibi bir sevgi oluşmuş.
Böylece bir müddet geçmiş. Yaşlı çift ve örümcek aynı evde birbirlerine zarar vermeden yaşayıp gidiyorlarmış.
Bir gün yaşlı kadın fatura ödemek için eşini evde yalnız bırakarak sokağa çıkmış. Aynı gün içinde birkaç fatura ödediği için bir hayli zaman kaybetmiş. Ancak akşamüzeri eve dönebilmiş.
Sokağa girdiğinde ta uzaktan evin kapısının önünde polis arabasını ve ambulansı görmüş. “Eyvah! Ben yokken kocama bir şey olmuş. Acaba kalp krizi mi geçirdi? Ayağı bir yere mi takılıp düştü? Polis arabasının burada işi ne? Yoksa eve hırsız girdi de kocama bir kötülük mü yaptı?” diye telaşla evine koşmuş.
O da ne? Polisler hiç tanımadığı bir adamı ambulansa bindiriyorlar. Eşi ise polislere heyecanlı heyecanlı bir şeyler anlatıyor.
O sırada ambulans görevlilerinin: “Biz gerekli müdahaleyi yaptık. Adam yavaş yavaş kendine gelmeye başladı. İsterseniz hemen kelepçeyi takın.” Dediğini duymuş.
Hep birlikte polis arabasına binmişler. Hep birlikte karakola gitmişler. Yaşlı kadının eşi karakolda, evde yalnızken eve hırsız girdiğini, kendisine bıçakla saldırdığını, tam bıçağı saplayacakken aniden hırsızın çığlık atarak kendi eline bir şamar indirdiğini ve öylece yere yıkıldığını, kendisinin de bunu fırsat bilerek polisi ve ambulansı aradığını heyecanla anlatıyormuş.
Hırsız tam olarak kendine gelince ifadesinde, tam bıçağı ev sahibine saplayacakken elinde korkunç bir acı hissettiğini, gayr-i ihtiyari kendi eline bir şaplak indirdiğini, bıçağın elinden düştüğünü ve bayıldığını anlatmış.
Yaşlı çift gece yarısına doğru karakoldan evlerine dönmüşler. Eşinin saldırıya uğradığı odaya giren kadın, hırsızın baygınlık geçirdiği yere dikkatli bakınca orada örümceğinin ölüsünü bulmuş. 

Yazan: Başak Ayçin Dönmez
Telif hakkı saklıdır. Kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.