Powered By Blogger

Merhaba!

Başağın Huzur Köşesi'ne hoşgeldiniz. Dileğim, bloğumu bütün izleyenlerin, sayfalarımda huzur bulmasıdır.
Henüz yapım aşamasında olan bloğumda, ilerleyen zamanla birlikte, sizi gün boyu yaşadığınız streslerden uzaklaştıracak, aynı zamanda faydalı bilgiler kazanacağınızı umduğumbir dünyanın kapısı aralanacak.
Hep birlikte, kimi zaman gül bahçelerinde gezine ceğiz, kimi zaman, gurubu seyredeceğiz dalgaların beyaz köpük lerden güller saçtığı sahillerde...
Kimi zaman, türk şiirinin üstad larının mısralarına tutunarak, İstanbul'un ihtişamını bir başka tepeden seyredeceğiz, yorulduğumuzda Faruk Nafiz'in "Hanı"n da konaklayarak duvarlardaki yazıları şişesi is bağlamış bir lambanın ışığında okuyacağız.
Kimi zaman, bir ebru teknesinin üzerine eğilerek rengârenk hayallerimizi seyre dalacağız.
Bir kaç yüzyıllık bir yazma kitabın sayfalarına nakşedilmiş altınlar, kuyumcu vitrininde gördüklerimizden çok kamaştıracak gözlerimizi...
Minyatürlerin zaman tünelinden geçerek "Alice" gibi farklı bir dünyaya adım atacağız. Eski, yeni bir sürü kitabı yeniden keşfedeceğiz birlikte...
Hazret-i Muhammed (s.a.v.)'in hadisi şeriflerini okuyarak şerefleneceğiz, Mevlana'nın özlü sözleriyle tefekküre dalacağız, Yunus Emre'nin mısralarıyla bir kere daha öğreneceğiz dünyaya kavga için değil, sevgi için gel diğimizi...
Kimi zaman örgü örecek, dikiş dikeceğiz. Sevgiler!
































18 Kasım 2011 Cuma

HAYDAR AMCA ÇOCUK KİTAPLARI SERİSİNDEN SEÇMELER




Koca cüssesine güvenerek kibirlenen ve minicik bir kuşu hor gören filin ibret verici masalı:

"TOYGAR KUŞU İLE FİL"

Toygar kuşu tarlada gezerken bir devekuşu yumurtası görmüştü.

“-Ne kadar da iri!” diyerek yanına gitti.

Dikkat edince, onun sadece bir kabuk olduğunu anladı.

Bu koca yumurta kabuğu kendisi için mükemmel bir yuva olabilirdi.

O da öyle yaptı. Kabuğu kendisine yuva edindi.

Birkaç gün sonra kabuğun içine yumurtlamıştı bile…

Meğer bu yuva bir filin yolu üzerinde değil miymiş?

Fil, su içmek için hep bu yoldan gelir geçermiş.

Yine bir gün su içmeye giderken toygar kuşunun yuvasını görmeden üzerine basmış ve çiğnemişti.

Kuşun yuvası dağıldı. Yumurtaları kırıldı.

Akşamüstü yuvasına dönen toygar kuşu bu manzara ile karşılaşınca gözyaşlarını tutamadı.

Ağladı… Ağladı…

Sonra yaşlı gözlerle kalkıp file gitti.

Huzura çıkınca:

“-Ey yüce sultanım.” Dedi. “Ben senin civarına sığınmış olduğum halde niçin benim yumurtalarımı ezdin ve çıkacak olan yavrularımı öldürdün?” Diye dert yandı.

Koca filin kibir ve gururdan burnu kafdağında idi. Dönüp de toygar kuşuna bakmadı bile…

Zavallı kuş, sözlerini tekrarladı:

“-Niçin benim yumurtalarımı ezdin ve çıkacak olan yavrularımı öldürdün?”

Fil yine cevap vermedi. Yaptığı hata için özür bile dilemedi.

Aslında yumurtaların üstüne bilmeden basmıştı. Fakat şu andaki tutumu ile zavallı kuşun üzüntüsünü daha da arttırıyordu.

Toygar kuşu ne yapacağını şaşırmıştı. Filin vurdumduymazlığı onu çileden çıkarıyordu.

Tekrar file dönerek:

“-Çok küçük olduğum için beni hor gördüğünden mi cevap vermiyorsun?” Diye sordu.

Fil koca hortumunu kaldırıp derin bir nefes aldıktan sonra cevap verdi:

“-Evet. Onun için. Ne olacak yani? Sen bu ufacık boyunla bana ne yapabilirsin ki?”

Toygar kuşu, filin hiç olmazsa kendisinden özür dilemesini bekliyordu.

Filden bu cevabı alınca içi burkuldu.

Üzüntüden ne diyeceğini şaşırmıştı. Kalbi küt küt atıyordu. File dönerek:

“-Ey kibirli hayvan sen yakında başına gelecekleri görürsün!” dedi.

Fil alaylı alaylı gülüyordu:

“-Sen bana hiçbir şey yapamazsın aptal kuş! Defol buradan.” Diye bağırdı.

Toygar kuşu:

“-Yakında kimin daha aptal olduğunu anlayacaksın. Fakat o zaman iş işten geçmiş olacak. Gövdenin büyüklüğü de hiçbir işe yaramayacak.” Dedi.

Toygar kuşu orada daha fazla durmadı.

Filin yanından ayrılıp doğruca arkadaşlarının yanına gitti.

Başından geçenleri bir bir anlattı. Kuşlar çok üzüldüler. Toygar kuşuna:

“-Elimizden ne gelir? Koca file karşı ne yapabiliriz ki?” dediler.

Toygar kuşu, arkadaşlarına şöyle bir teklifte bulundu:

“-Siz benimle beraber gelir, filin gözlerini oyarsınız. Ondan sonrası için de başka bir planım var.”

Arkadaşları, toygar kuşunun teklifini memnuniyetle kabul ettiler.

Birlikte uçarak filin bulunduğu yere geldiler.

Hep birden filin başına toplanıp gözlerini gagalamaya başladılar.

Fil birdenbire neye uğradığını anlayamadı.

Hortumunu sağa sola sallayarak oradan kaçmak istedi. Fakat kuşlar peşini bırakmadılar.

Kuşlar çekilip gittiklerinde ne yazık ki artık gözleri göremiyordu.

Zaman geçtikçe koca fil güçten kuvvetten düşüyordu. Yiyecek bulmak için hiçbir yere gidemiyordu. Yakın çevresinde buldukları ile karnını doyurmaya çalışıyordu.

Toygar kuşu ise onun cezasını tamamlamak için deredeki kurbağalara ufak bir ziyaret yapmıştı.

Kurbağalara, fil yüzünden başına gelen felaketi ve file yaptıklarını anlattı. En yaşlı kurbağa, toygar kuşuna:

“-Başına gelen felaketi anlıyorum. Kibirli fil yuvanı dağıtmış, yumurtalarını ezerek içindeki yavrularını öldürmüş.

Anlattıklarına biz de senin kadar üzüldük. Fakat filden intikam alman dağılan yuvanı geri getirmez. Biz sana yardım ederiz yeniden yuva kurar, yeniden yumurtlarsın. Hem zaten fil yuvanı bilerek ezmemiş. Hadi bizim hatırımız için intikam almaktan vazgeç.”

Toygar kuşu, yaşlı kurbağanın sözlerini sonuna kadar sabırla dinledikten sonra ona şöyle cevap verdi:

“-Biliyorum. İntikam almak çok kötü bir şey… Yuvamı ezilmiş gördükten sonra file gittiğimde kaza ile oldu diyerek beni teselli etseydi onu affedebilirdim. Fakat o tam tersi, küçücük cüsseme bakarak beni hor gördü. Kocaman bedenine güvenerek kibirlendi. Bana cevap vermeye bile tenezzül etmedi. Beni kovdu.”

“-Olsun. Yine de affetmek büyüklüktür.”

Onu affedersem korktuğumu sanır aynı şeyi tekrar yapar, hatta başkalarına da yapar. Herkese ibret olması için bir plan hazırladım.”

Kurbağalar:

“-Fil gibi büyük bir hayvana bizim gibi küçücük kurbağalar ne yapabilir ki?” dediler.

Toygar kuşu:

“-Filin bulunduğu alanın yakınında bir uçurum var. Siz oraya gelin ve hep birlikte viyaklayın.”

Kurbağalar kabul ettiler. Hep uçurumun kenarında toplanarak birlikte hep bir ağızdan viyaklamaya başladılar. Susuzluktan içi yanmış olan fil, kurbağaların sesini duyunca: “Kurbağalar viyakladıklarına göre yakında bir göl olmalı.” Diye düşündü. Kurbağaların sesine doğru yürüdü. Gözleri görmediği için uçurumdan yuvarlandı.

Toygar kuşu koca gövdesi ile uçurumun dibinde yatan yarı baygın file bakarak şöyle dedi:

“-Kendi gücüne güvenerek kibirlenen ve güçsüzleri, acizleri hor görenlerin sonu budur.”

Uçurumun dibinde son nefesini veren fil ise kibrinin ve kendinden küçüklere merhametsizlik etmesinin cezasını bulmuştu.

Kaynak: “ Toygar Kuşu İle Fil”, Haydar Amca Çocuk Kitapları Serisi, Seri B, Sayı 18, Nakleden: Haydar Yavuz Giritli

Hakları Mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden alıntı yapılamaz.


MASALDA GEÇEN HAYVANLARIN RESİMLERİ


Toygar kuşu

Fil


Kurbağa

1 Ağustos 2011 Pazartesi

ALTMIŞLI YILLARDA RAMAZAN GÜNLERİMİZ

ALTMIŞLI YILLAR
Çocukluğumun en güzel anılarıyla yüklü olan altmışlı yılların başı... Hatırladığım ilk Ramazan ayında, Trabzon'da Kemerkaya Mahallesi'nde, o zamanki Öğretmen Okulu'nun yanı başındaki sokakta üç katlı bir evde oturuyorduk. Annem çalışan bir hanım olduğu için tüm günümü birlikte geçirdiğim anneannemden geceleri de ayrılmıyor, en üst kattaki odada yer yatağında onunla birlikte uyuyordum. Annem ve babam Ramazan geceleri geç vakte kadar otururlardı. Bu arada annem taze olsun diye sahur için kayısı hoşafı, lavaş veya pilav pişirirdi. Sahura ilk önce anneannem kalardı. Tabii ben de onunla birlikte. Hatta bir gece ışıkları yakmadan merdivenlerden inmeye çalışırken düşmüş, Allah'tan kazayı hafif darbelerle atlatmıştı. Anaeannemden biraz sonra annem ve babam aşağı inerdi. Tam o sırada davulcu mani okuyarak penceremizin altından geçerdi. Henüz ilkokula bile başlamamıştım. Ancak: "Ben de yarı oruç tutacağım." diye tuttururdum. Sahurdan sonra annem ve babam, biraz uyumak üzere odalarına çıkarlardı. Zira daha uykularını alamadan işe gitmek zorunda idiler. Bir müddet sonra sabah ezanı okunurdu. Ben de anneannemle birlikte abdest almaya gider, o namaz kılarken onu taklit ederek namaz kılardım. Sabah namazı bittikten sonra anneannem küçük bir bohçaya sardığı Mushafı'nı koltuğunun altına koyar bitişik komşumuz Güller Teyzeye "seher mukabelesi"ne giderdi. Tabii ben de onunla birlikte... "Ben de mushaf süreceğim." der, ağabeyimin kalın ingilizce sözlüğünü bir mendile sararak koltuğumun altında tutardım. Mukabelede anneannemin yanına sığışır, başıma amcamın kızı Tülay ablamın İstanbul'dan anneme hediye olarak getirmiş olduğı kenarları iğne oyalı beyaz krep başörtüyü örterdim. Anneannemin beni tenbihlediği şekilde, mukabele boyunca hiç sesimi çıkarmaz, herkes mushafının sayfasını çevirince ben de çevirirdim. Mukabele bitince herkes elini açıp Fatiha okurken ben de okuyormuş gibi dudaklarımı kıpırdatırdım. Bu bütün Ramazan ayı boyunca böyle devam etmişti. Anneannem beni gündüzleri de başka mukabelelere dinlemeye götürürdü. Mukabeleye gideceğim diye sevincimden uçardım. Hele Ramazan ayının sonu geldiğnde yapılan hatim dualarının tadı bir başka oluyordu. Mukabele cemaatini oluşturan hanımlar hatim dualarına en güzel elbiselerini giyinmiş, en ağır oyalı başörtülerini örtünmüş olarak gelirlerdi. Genç hanımlar, yeni gelinler mücevherlerini takarlardı. Hatim duası nda mukabele evleri adeta bayram evlerini hatırlatırdı. Daha sonraki yıllarda Çarşı Mahallesi'nde bir eve taşındık. Mahallemizde seher mukabelesi okunmuyordu. anneannem gündüzleri yine mahallede bir mukabeleyi takip ediyor, eski mahallemizdeki komşularının mukabelelerine zaman zaman dinlemeye gidiyordu. Ben okula gittiğim için onunla gidemiyordum. Fakat her gece annemlerle birlikte sahura kalkıyordum. Önceleri öğlene kadar süren ufak tefek oruç denemelerim zamanla tamgün oruçlar halini almaya başlamıştı. Yine altmışlı yıllarda Ramazan'dan bir hafta - on gün kadar önce Babaannemin evinde, Cahide teyzem, Gülçin yengemin annesi Nebahat teyze ve komşularla toplanırdık. Gülçin yengem taşlığa örtü serer, temiz minderler koyar, siniyi oklavaları hazırlardı. İmeceye katılan herkes ununu getirirdi. Sonra hamurlar yoğrulur, yumaklar(bezeler) yapılarak tepsilerde biraz dinlendirildikten sonra yufkalar açılmaya başlardı. Gülçin yengemin taşlıkta yakmış olduğu odun ateşine arada bir biz çocuklar da üfleyerek ya da "kabukluk"tan (odunluk) çalı çırpı taşıyarak katkıda bulunurduk. Derken açılan yufkalar, sacın üzerinde bir bir kızarmaya başlardı. Tabii biz çocuklar (ben, Kadir, Erdinç, Birten) da çiğercinin önünde bekleyen kedi gibi ateşin başında beklerdik. Gülçin yengem, ilk pişen yufkaların içine tereyağı koyarak dürüm yapıp bize verirdi. Her pişen yufka diğerinin üzerine istiflenirdi. Pişirme işlemi bittiğinde yufkalar sayılır, herkes getirdiği unun miktarı ile orantılı sayıda yufkasını alır evine giderdik. Ramazan'da en az birere defa Gülçin yengemlerle karşılıklı birbirimize iftara giderdik. Annemle gülçin yengem o günlerde, mutlaka birlikte suböreği pişirirlerdi. Gülçin yengem hamuru yoğurur, annem açar, Gülçin yengem suya daldırıp çıkarır ve tepsiye serer, annem, tereyağını serperdi. Aralarında öyle güzel bir uyum vardı ki...
Ramazanda babam iftardan bir saat kadar önce eve eli-kolu dolu olarak gelirdi. Hemen koşar önce elindeki pideyi alırdım. Çünkü gazete kağıdına sarılmış olmasına rağmen fırınden yeni çıkmış olan pidenin elini yaktığını düşünürdüm. Sonra, annemle birlikte iftar soframızı kurardık. Tabii işin çoğunu ben yapardım. Çorbalarımızı da kaselerimize servis yaptıktan sonra, annem, babam, anneannem ve ben sofranın başına oturur, kulağımız Boztepe'den atılacak iftar topunda iftar saatini beklerdik. Çocukluğumun en tatlı anıları ile yüklü altmışlı yıllara selam olsun.

22 Haziran 2011 Çarşamba

1950'LERDEN İKİ GECE ELBİSESİ


1950'lerden iki gece elbisesi
Elbiselerin en bariz özellikleri: İri fiyonklar, büzgüler, tüller; kesikbel , göğüs altındaki korsaj, etekleri enine bölen ve yakayı çevreleyen, göğüs altı korsajını vurgulayan taşlı garnitürler.

1950s-fashion-sull-skirted-dress-and-parasols


1950'lerin modasını izleyin:

1950s-fashion-sull-skirted-dress-and-parasols

23 Mayıs 2011 Pazartesi

NİÇİN "AZİZ İSTANBUL"?

Fetih Şehitlerinden Kesikbaş Molla Muhammed Türbesi

FATİH SULTAN MEHMET’İN FETİH ORDUSUNUN KUTLU ASKERLERİ İSTANBUL’UVERDİKLERİ 30.000 ŞEHİDİN KANI PAHASINA İSTANBUL’U ALARAK BİZE ARMAĞAN ETMİŞLERDİR

AZİZ İSTANBUL

Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul!
Görmedim gezmediğim, sevmediğim hiçbir yer.
Ömrüm oldukça gönül tahtına keyfince kurul!
Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer.

Nice revnaklı şehirler görünür dünyada,
Lakin efsunlu güzellikleri sensin yaratan.
Yaşamıştır derim en hoş ve uzun rüyada
Sende çok yıl yaşayan, sende ölen, sende yatan.

Yahya Kemal Beyatlı

Bu şehr-i Sitanbul ki bi misl ü behâdır
Bir sengine yek pâre Acem mülkü fedâdır

Bir gevher-i yekpâre iki bahr arasında
Hurşîd-i cihan-tâb ile tartılsa sezâdır

Bir kân-ı niamdır ki anın gevheri ikbâl
Bir bağ-ı İremdir ki gülü izz ü alâdır

Altında mı üstünde midir cennet-i a‘lâ
El-hâk bu ne hâlet bu ne hoş âb u hevâdır

Her bağçesi bir çemenistân-ı letâfet
Her gûşesi bir meclis-i pür-feyz ü safâdır

İnsaf değildir ânı dünyaya değişmek
Gülzârların cennete teşbih hatâdır

Herkes irişür anda muradına ânınçün
Dergahları melce-i erbâb-ı recâdır

Kala-yı meârif satılır sûklarında
Bazâr-ı hüner ma‘den-i ilm ü ulemâdır

Camilerinin her biri bir kûh-i tecellî
Ebrû-yi melek andaki mihrâb-ı duâdır

Mescidlerinin her biri bir lücce-i envâr
Kandilleri meh gibi lebrîz-i ziyâdır

Ser-çeşmeleri olmada insana revân-bahş
Germ-âbeleri câna safâ cisme şifâdır

Hep halkının etvârı pesendîde-i makbul
Derler ki biraz dilleri bî-mihr ü vefâdır

Şimdi yapılan âlem-i nev-resm ü safânın
Evsâfı hele başka kitâb olsa sezâdır

Nâmı gibi olmuşdur o hem sa‘d hem âbâd
İstanbul’a sermâye-i fahr olsa revâdır

Kûh-sârları bağları kasrları hep
Güya ki bütün şevk ü tarab zevk u safâdır

İstanbul’un evsafını mümkün mi beyân hiç
Maksûd heman sadr-ı kerem-kâra senâdır

Nedîm

Fethedilmesi ile bir çağ kapanıp yeni bir çağ açılmış olan İstanbul’u bize Fatih Sultan Mehmet'in Fetih Ordusu’nun kahraman askerleri 30.000 şehidin kanı pahasına alarak armağan etmiştir.AZİZ İSTANBUL

Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul!
Görmedim, gezmediğim, sevmediğim hiçbir yer.
Ömrüm oldukça gönül tahtına keyfince kurul!
Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer.

Nice revnaklı şehirler görünür dünyada,
Lakin efsunlu güzellikleri sensin yaratan.
Yaşamıştır derim en hoş ve uzun rüyada
Sende çok yıl yaşayan, sende ölen, sende yatan.

ÖNSÖZ

Bir hafta sonra Aziz İstanbulumz'un 558. fetih yıldönümünü kutlayacağız. Bu yazımda sizlere tarih boyunca İstanbul'un yaşamış olduğu kuşatılma serüvenlerini, Peygamber Efendimiz (s.a.v.)'in Hadis-i Şeriflerinde bahsettikleri mutlu asker, mutlu komutan olabilmek, bu eşsiz beldeyi bize minareleri göklere yükselen, semalarında ezan sesleri yankılanan bir İslam diyarı olarak armağan edebilmek icin ecdadımızın kanlarını ve canlarını nasıl sebil ettiklerini özetleyerek anlatmaya çalışacağım.

İSTANBUL’UN TARİHÇESİ, MÜSLÜMANLARDAN ÖNCE GÖRDÜĞÜ KUŞATMA VE İŞGALLER

BİZANS İSMİ:

İstanbul’un coğrafi bakımdan karalar ve denizler arasında bir geçit vazifesi görmesi tarih boyunca birçok milletlerin onu ele geçirme emelleri beslemesine sebep olmuştur. Araştırmacılar, M.Ö. III. Bin yıllarının başlangıcından itibaren İstanbul ve çevresinde yerleşim olduğu kanaatini taşımaktadır. Şehrin ilk kuruluşu hakkında bazı efsaneler vardır. Bunlardan birine göre şehir, “Megara” kolonisi olarak kurulmuştur. Megaralılar’ın kumandanlarının adı “Byzans”dir. Bu isme izafeten şehre “Byzantion” adı verilmiştir.

SALDIRI VE İŞGALLER:

Byzantion, küçük bir şehir olmasına rağmen stratejik öneminden dolayı “Traklar”ın saldırılarına ve “Persler” in işgaline uğramıştır. Daha sonra

“Spartalılar”ın eline geçmiştir.

MAKEDONYA KRALI II. FLİP ( Philippos)’İN KUŞATMASI:

M.Ö. 340.’de İstanbul, Makedonya Kralı II. Flip tarafından denizden ve karadan kuşatılmış fakat müttefiklerinin yardımı sayesinde kurtulmuştu.

ROMA HÂKİMİYETİ:

Roma’nın Makedonya ve Yunanistan’a üstünlük sağlaması üzerine Byzantion, önceleri Roma’nın hâkimiyetini kabul ederek bir müddet “Serbest Şehir” statüsünü sürdürmüştür. M.S.73 yılında Roma İmparatoru Vespasianus tarafından Roma topraklarına katıldı.

BYZANTİON ADI DEĞİŞİYOR:

İmparator Septimus Severus ile Pescenius Niger arasındaki iktidar mücadelesinde Niger’i tutan Byzantion, Niger’in öldürülmesinden sonra Severus tarafından tahrip edildi. Severus, Byzantion’un sınırlarını biraz daha genişleterek şehri yeniden imar etti. Ve ona oğlunun şerefine “Augusta Antonina” adını verdi. 323 yılında İmparator I. Konstantinos, Roma tahtını ele geçirdikten sonra Byzantion’u imparatorluğunun başkenti yaptı. Byzantion, Roma İmparatorluğu’nun başkenti olduktan sonra İmparator I. Konstantinos şehir alanını büyütmüş ve yeniden imar etmiştir. 330 yılında yeni başkent, Roma’ya benzetilerek kuruldu.

HUN AKINI TEHLİKESİ:

Hun akınlarının İstanbul için yaratmış büyük tehlike karşısında 413-477 yıllarında İstanbul surları 2 km. daha batıya götürülerek bugünkü yerine inşa edilmişti. Atilla’nın ölümü ile birlikte Hun devleti dağılınca İstanbul, Hun akını tehlikesinden kurtulmuş oldu.

AVAR-İRAN KUŞATMASI:

Herakleios zamanında Balkanlar’ın hemen hemen tamamını ele geçiren Avar-Slav orduları Doğu’dan İstanbul’u tehdit etmeye başlamıştı. Öte yandan Boğaziçi kıyılarına kadar ilerleyen İran orduları İstanbul’u zapt etmek üzere Avarlarla anlaştı.622-629 yılları arasında süren savaşlar sonunda İran ve Avarlar karşısında kesin başarı sağlandı. Avar tehlikesini atlatmış olan Bizans bu defa da Müslümanların karadan ve denizden kuşatmalarına maruz kalacaktı.

BULGAR KRALI’NIN İKİ KUŞATMASI:

İstanbul 814 ve 816 yıllarında iki defa Bulgar Kralı Krum tarafından kuşatıldı. 1. Kuşatmadan surlarının sağlamlığı sayesinde kurtuldu. İkinci kuşatma sırasında ise Bulgar Kralı Krum aniden ölünce kuşatma sona erdi.

RUS KUŞATMASI:

860 yılında Ruslar gemilerle Karadeniz’den gelip İstanbul’u kuşattılar. Ancak aniden patlayan ve Rus gemilerini parçalayan bir fırtına İstanbul’u bu beladan kurtardı.

ÂSİ BARDAS PHOKAS’IN İSTANBULÜZERİNE YÜRÜMESİ:

988 yılında Bizanslı asi General Bardas Phokas, İstanbul’u ele geçirmek maksadı ile İstanbul’a doğru ilerleyerek Üsküdar’a kadar geldi. Bizans hükümdarı II. Basileois’in Kiev hükümdar Vladimir’den yardım istemesi üzerine gelen 6000 Rus askeri sayesinde İstanbul bir kez daha kurtulmuş oldu. Bizans’ın hizmetine giren bu Rus birliğine daha sonra Normanlar, Franklar ve başka yabancılar da katılmıştır.

PEÇENEKLER-CAKA BEY ORTAK KUŞATMASI:

1090-1091 kışında Peçenekler, İzmir Beyi Caka Bey’le anlaşarak İstanbul’u denizden ve karadan kuşattı. Kumanlar’la anlaşan Bizans İmparatoru Aleksios, Peçenekleri dağıttı.

HAÇLI ORDULARI’NIN İSTANBUL’A GELMESİ:

I. Haçlı Seferi’ni başlatmış olan Haçlı Ordusu 1096’da İstanbul’a gelmiş ve İstanbul Surları önünde konaklamıştır. İstanbul halkı görünüşleri dehşet saçan bu Batı’lı barbar ordunun yakınlarında olmasından çok tedirgin olmuştu. Ancak hükümdar Aleksios, Haçlı kumandanları ile anlaşma yaparak onların Anadolu’ya geçmelerini sağladı. Anlaşma gereği, Haçlı ordusu işgal ettiği topraklardan eskiden Bizans’a ait olanları yine Bizans’a geri verecekti. Haçlılar, Anadolu Selçuklu Devleti’nin başkenti İznik’i kuşatarak Bizans’a geri verdiler.

HAÇLI İŞGALİ:

Haçlılar, Bizans’la anlaşmış gibi görünse de Bizans’a saldırmak için fırsat kolluyorlardı. Haçlılara bu şansı, III. Aleksios Angelos’un Bizans tahtını yeniden ele geçirmek isteyen Aleksios sundu. Boniface de Montferrat komutasındaki Haçlı donanması Aleksios’un yardım çağrısı üzerine 1203’te İstanbul’a geldi. Haçlılar, Galata’yı ele geçirdikten sonra Haliç’in girişini tutan zinciri parçalayarak gemilerini Haliç’e soktular. İstanbul’u alan Haçlılar, II. İsakios’u oğlu IV. Aleksiosla birlikte tahta çıkardılar. Fakat yeni hükümdarlar Haçlılara vaatlerini yerine getirmiyorlardı. Şehir halkı ise İstanbul içinde dolaşan Haçlılara öfke duyuyordu. Üstelik Haçlıların İstanbul’da çıkardıkları yangın şehrin büyük bir kısmını yakıp kül etmişti. Sonunda İstanbul halkının Haçlılara duyduğu öfke ayaklanmaya dönüştü. Halk, Haçlılarla işbirliği yapan hükümdarı öldürdü. Haçlılar da şehri zapt ettiler. Şehir Haçlı kontlarının ve komutanlarının izniyle günlerce yağmalandı ve tahrip edildi. Çılgın Haçlılar İstanbul’da tam bir vahşet sergiliyorlardı. Haçlıların yağması sonucunda İstanbul, bütün ihtişamını yitirdi. Kiliseler, manastırlar, saraylar, kütüphaneler yağmalandı. Venedikliler, İstanbul’daki sanat eserlerini toplayıp kendi şehirlerini süslemek üzere alıp götürdü. Haçlılar taşıyıp götüremeyecek şeyleri de tahrip ettiler. Avrupalılar yalnız yağma ve tahribat yapmakla yetinmediler. Barbarlıklarını katliam derecesine vardırdılar. Bütün bu yağma ve tecavüzlerin sonunda İstanbul bütün cazibesini yitirdi.

İstanbul’u yağmalayan Avrupalılar, orada bir Latin İmparatorluğu kurdular ve Bizans İmparatorluğu arazisini aralarında paylaştılar.

İSTANBUL HAÇLILARDAN KURTULUYOR.

Ancak 2 yıl geçmeden Bizans İmparatorluğu’nun Haçlı işgaline uğramamış topraklarında Trabzon, Epiros ve İznik’te Bizans’ın uzantısı olan üç küçük ve bağımsız devlet kuruldu. 57 yıllık bir mücadeleden sonra 1261 yılında İznik birlikleri Haliç’teki Latin Mahallesi’ni yakarak İstanbul’daki Batı hâkimiyetine son verdi. Bizans’ın son hanedanının kurucusu VIII. Mikhail Palailogos Ayasofya’da taç giydi. Ancak İstanbul bütün zenginlik ve ihtişamını kaybetmiş, yabancıların sayısı çok artmıştı. İmparator Mikhail Palailogos ne kadar gayret etti ise de, İstanbul, Haçlı istilasından sonra bir daha kendini toparlayamadı. Sırp ve Osmanlı Devletleri arasında sıkışıp kalmıştı. 1371 yılında Türkler’in Sırplara karşı kazandıkları zaferden sonra Balkanlar’daki topraklarının hepsini kaybetmiş olan Bizans’ın arazisi git gide küçülmüş, Türkler karşısında askeri ve mali gücü kalmamış, yalnızca surların çevirdiği bir şehir devleti haline gelmişti. 1452 yılında Papa’nın temsilcisinin katılmasıyla kiliseler birliği ilan edilmiş Roma usulü âyin yapılmıştı. Ancak bu durum Bizans halkında büyük bir infial yaratmıştı. Roma Kilisesi’ne bağlanmaktansa Türk hâkimiyetini tercih edenlerin sayısı günden güne artıyordu. Nihayet 1453 yılında Osmanlı Padişahı II. Mehmet İstanbul’u fethederek Bizans hâkimiyetine son verdi.

FETHİNDEN ÖNCEKİ İSLAM KUŞATILMALARI:

Hem tarihi hem de stratejik açıdan önemli olan İstanbul, tarihte çeşitli milletler tarafından defalarca kuşatılmıştır. Genç Osmanlı hükümdarı Sultan II. Mehmet’ten önceki tüm kuşatmalar başarısız olmuştu. Çünkü şehri 195,5 m. Uzunluğunda sağlam surlar çevreliyordu. Surların dış kısmında ise derinliği on, eni sekiz metreyi bulan su dolu hendekler vardı. Ayrıca Bizans’ın “Grejuva” adı verilen ve suda bile yanabilen ateşleri vardı. İstanbul, Müslümanlar tarafından da 11 defa kuşatılmıştı.

MÜSLÜMANLAR’IN İSTANBUL KUŞATILMALARI:

Osman Döneminde (32/652) yılında Muaviye b. Ebu Süfyan komutasındaki İslam ordusu İstanbul Boğazı’na kadar gelmiş, Rumlarla savaşılmıştır. Ancak İslam Ordusu’nun Boğaz’ı geçip şehri kuşatacak yeterli donanımı bulunmuyordu. Ağır kış şartları da bastırınca ordu geri dönmek zorunda kalmıştı. Tam bir kuşatma sayılamayacak bu seferde İslam Ordusu, Boğaz’ın öte yakası’na geçip şehri muhasara edememişi. Fakat İstanbul Boğazı’nın Anadolu yakası Müslümanların eline geçmişti. İbn-i Cerîr, el-Mes‘ûdî, İbn-i Haldun, Ebu’l-Fidâ, İbnu’l-Verdî gibi en eski tarihçiler, bu kuşatma hakkında bilgi vermektedir. İstanbul’un Anadolu Yakası’na geçen sahabelerden adı tespit edilebilenler şunlardır:

Hüseyn (r.a)

Hâlid b. Zeyd Ebû Eyyüb el-Ensârî (r.a.)

Abdullah b. Ömer (r.a.)

Abdullah b. Zübeyr (r.a.)

Abdullah b. Abbas (r.a.)

Üsris b. Ebî Şeybeti’l-Hudrî (r.a.)

İKİNCİ KUŞATMA

İslam Ordusu, Halife Muâviye b. Ebu Süfyân devrinde (48-49/668-669) yıllarında İstanbul’u karadan ve denizde kuşattı. Fakat yine kışın gelmesi, yiyecek sıkıntısı ve hastalık gibi sebeplerden dolayı kuşatma kaldırıldı.

AYASOFYA’YI ZİYARET ETMEK İÇİN BİZANS İMPARATORU’NDAN İZİN ALAN SAHABENİN BAŞINA GELENLER

Müslüman askerlerin bazıları Ebu Eyüb el-Ensârî’nin önderliğinde Ayasofya’yı ziyaret etmek ve orada iki rek‘at namaz kılmak için Bizans İmparatoru’ndan izin aldı. Sahabe ve tabiinden olan yüz kadar asker Ebu Eyüb el-Ensârî (r.a.)ile birlikte Eğrikapı’dan şehire girerek Ayasofya’ya kadar gitti. Kafile, Ayasofya’da iki rek‘at namaz kıldıktan sonra geri dönmek üzere Edirnekapı’ya doğru yola çıktı. Ancak, Onlar Ayasofya’da namaz kılarken, bazı papazlar sivil halkı onlara karşı kışkırtmıştı. Onların kışkırtmalarıyla gaza gelen halk, Ayasofya’dan ibadetten dönen Ebu Eyüb el-Ensârî ve beraberindekileri taş yağmuruna tuttu. Edirnekapı- Eğrikapı arasındaki dar sokaklarda sıkıştırdıkları kafilenin üzerine pencerelerden kızgın yağ döktüler. Müslümanların çoğu bu saldırılarda şehit oldu. Ebu Eyüb el-Ensârî(r.a.), sağ kalabilen 15 kişi ile birlikte savaşarak Eğrikapı’dan çıkmayı başardı. Fakat hepsi de yaralı ve halsizdi.

HAZRET-İ HALİD EBU EYYÜB EL-ENSÂRÎ’NİN ŞEHİT OLMASI

Ebu Eyüb el-Ensârî (r.a)’nin başına taş isabet etmiş, o da yaralanmıştı. Silah arkadaşlarına, Resulullah’ın Konstantiniye surlarının dibinde yatacağını müjdelediği sahabinin kendisi olmasını umduğunu söyledikten sonra, ölümü halinde cenazesini geri götürmemelerini, olduğu yerde defnetmelerini vasiyet etti. Hastalığı artan ve bir süre sonra vefat eden Ebu Eyüb el-Ensârî (r.a.) surların yakınına defnedildi. İslam Ordusu komutanı, Bizans Kralı’na elçi göndererek Müslümanlar arasından değerli bir kişinin öldüğünü, buraya gömüldüğünü, eğer onun kabrini tahrip ve naşını taciz ederlerse kendi himayelerinde bulunan Rum ileri gelenlerinin öldürüleceğini bildirdi. Aradan yıllar geçti Ebu Eyüb el-Ensârî’nin kabri iyice düzleşerek belirsiz hale geldi. Kral Konstantin’in izni ile Ayasofya’yı ziyaret edenlerden biri de Ebu Eyüb el-Ensârî(r.a) ’nin sancaktarı olan Abdurrahman Şâmî (r.a.) idi. Bizanslılar, onu Atmeydanı (Sultanahmet)’nda şehit ettikten sonra meçhul bir yere gömmüşler ve kabrinin yerini Müslümanlardan gizlemişlerdi. Fatih Sultan Mehmet İstanbul’un fethinden sonra hocası Ak Şemsettin’in vasıtasıyla şehitlerin kabirlerini bir tespit ettirerek onlar için birer türbe yaptırmıştır.

ÜÇÜNCÜ KUŞATMA

Cünâde b. Ebu Ümeyye komutasındaki İslam Ordusu, Halife Muâviye b. Ebu Süfyân zamanında (54/673) yılında İstanbul’a gelmiş, Bizanslılarla savaşmış ve büyük başarılar elde etmiştir. İslam Ordusu 7 yıl süreyle İstanbul yakınlarımda karargâh kurmuş ve o çevreyi egemenliği altına almıştır. Evliya Çelebi’nin verdiği bilgiye göre Muâviye b. Ebu Süfyân’ın gönderdiği yeni ordu, Mesleme b. Abdülmelik komutasında İstanbul’a doğru ilerlerken güvenliği sağlamak için deniz yolu üzerinde bulunan İstanköy, Sakız, Midilli ve Bozcaada’yı fethetmiştir. Çanakkale Boğazı’ndan geçen ordu, Galata ve civarını Cenevizliler’in elinden alarak orada 7 yıl kalmıştır. Bu zaman zarfında İstanbul surlarını aşıp şehri ele geçirmek için defalarca teşebbüste bulunmuştu. Ancak kesin bir sonuç elde edememişti. Daha sonra Yezid b. Muâviye’nin emriyle geri dönmüştü.

DÖRDÜNCÜ KUŞATMA:

Halife Süleyman b. Abdülmelik zamanında (98/716) yılında Mesleme b. Abdülmelik komutasında İstanbul’a gelen gönüllü Müslüman askerler, İstanbul’u üç ay boyunca hem denizden hem de karadan kuşattılar. İstanbul’un çevresinde fethettikleri arazilere ev yaparak ekip-biçmeye başladılar. Bu, onların İstanbul’u almaya ne kadar kararlı olduklarını anlatıyordu. Halife’nin kardeşi olan Mesleme b. Abdülmelik, verimli topraklarda yetiştirdikleri buğday, mısır, arpa gibi tahılların korunması için tahıl depoları yaptırdı. Bizans hükümdarı, adam başına bir altın vermek sureti ile Müslümanlara barış teklifinde bulundu. Fakat Bizans hükümdarının teklifini kabul etmeyen Mesleme b. Abdülmelik kuşatmayı kaldırmadı. Müslüman askerlerin azmini kıramayacağını anlayan Bizans hükümdarı, casusları vasıtasıyla Müslümanların tahıl depolarına sızarak, tahıllarını zehirledi. Bunu tespit eden komutan Mesleme b. Abdülmelik, tahılları yaktırarak imha etti. Bu defa asker arasında kıtlık baş gösterdi. Komutan, Şam’da bulunan kardeşi hükümdar Süleyman b. Abdülmelik’ten acil olarak yiyecek yardımı göndermesini istedi. Fakat çetin kış şartları yüzünden İstanbul’u kuşatmış olan Müslümanlara gelecek yardım gecikti. Ordu’da açlığın yanında bir de veba salgını çıktı. Askerin bir kısmı açlıktan ve hastalıktan kırıldı. O sırada Mesleme b. Abdülmelik’in kardeşi Halife Süleyman b. Abdülmelik vefat etti. Yerine geçen Ömer b. Abdülaziz’in emri ile kuşatma kaldırıldı ve sağ kalan askerler geri döndü. Günümüzde Galta’da bulunan “Arap Camii” o dönemde Mesleme b. Abdülmelik tarafından yaptırılmıştır. Müslümanların geri çekilmesiyle birlikte, Bizanslılar Galata’ya saldırarak orayı ele geçirmişler, camii de yıkarak yerine büyük bir kilise yapmışlardı. Daha sonra Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u fethettiğinde o kiliseyi tekrar camiye çevirmiştir. Mesleme b. Abdülmelik’in makamı da Arap Camii’nin avlusundadır.

BEŞİNCİ KUŞATMA:

Halife Hişam b. Abdülmelik zamanında (114/732) yılında Abdullah el-Antaki komutasında yapılmıştır. Bu kahraman komutana daha sonra “Seyyid Battal Gâzi” unvanı verilmiştir. 5. Kuşatmada İstanbul’a kadar gelen İslam Ordusu, Bizans’a karşı büyük zaferler kazanmakla birlikte güçlü İstanbul surlarını aşamamış ve şehri ele geçirememiştir.

ALTINCI KUŞATMA:

Halife el-Mehdi zamanında ( 165/781) yılında Harun Reşit komutasında yapılmıştır. Harun Reşit, askerleri ile birlikte Bizanslılarla savaşarak Üsküdar’a kadar gelmiştir. Burada Bizans’ın teklifi ile yılda 70.000 altın vergi vermek şartıyla 3 yıl süreyle bir barış yapılmıştır. İslam Ordusu birçok ganimetle geri dönmüştü. Ertesi yıl Bizans İmparatoriçesi İrene anlaşmayı bozunca Harun Reşit 100.000 kişilik bir ordu ile tekrar geldi. Üsküdar yakınlarında yapılan savaşı İslam Ordusu kazandı. Bizanslılar 55.000 ölü, 6.000 esir verdi. 120.000 hayvan ganimet olarak Müslümanların eline geçmişti. Bu yenilgi üzerine İmparatoriçe İrene, Müslümanlara yeni bir anlaşma teklif etti. Bizans’ın 70.000 altın vermesi ve İslam Ordusu’nun yiyecek ihtiyacını temin etmesi şartı ile yeni bir anlaşma imzalandı.

YEDİNCİ KUŞATMA:

Halife Harun Reşit zamanında (181/797) yılında bizzat Halife Harun Reşit komutasında gerçekleşmiştir. İslam ordusu İznik civarına kadar gelmiştir. Buradaki stratejik önemi olan bölgeleri fethederek Kadıköy’e ulaşmışlardı. O sıralarda Bizans İmparatoriçesi İrene gitmiş yerine tahta İmparatoriçe Nikiforos geçmişti. Barış anlaşmasının yenilenmesi için teklifte bulunan Nikiforos, daha önce verilen miktardan fazla vergi vermeleri şartı bulunan anlaşmayı kabul etti. Rum ateşi (grejuva)’nin tehdidi altında donanmayı karşıya geçirmenin taşıyacağı sakıncaları göz önüne alan Harun Reşit, kazandıkları ile yetinerek Bağdat’a döndü.

SEKİZİNCİ KUŞATMA:

Halife Mu‘tasım zamanında (223/837) yılında bizzat Halife Mu‘tasım komutasındaki İslam Ordusu tarafından gerçekleştirildi. İstanbul yolunun tamamen açılması için Anadolu’daki sağlam kaleleri fethetmenin önemini bilen Komutan Mu‘tasım, İstanbul’dan sonra en güçlü surlara sahip olan Amûriye kalesini fethetmişti. Amûriye Kalesi çok sarp ve kayalık olduğu ve çok muhkem surlarla çevrili olduğu için Bizanslılar, o zamana kadar Amûriye’nin asla düşmeyeceğine inanıyorlardı. Müslümanlar Amûriye Kalesi’ni alınca İstanbul’un da ellerinden gideceği telaşına kapıldılar. Müslümanların istedikleri vergiyi ödemeyi kabul ederek barış yaptılar. İslam Ordusu da İstanbul’u kuşatmaktan vazgeçip birçok ganimetle geri döndü.

İSTANBUL’DAKİ SAHABE KABİR VE MAKAMLARI:

Osmanlı’dan önce Müslümanlar tarafından fethedilmek üzere 8 defa kuşatılmış olan İstanbul’da birçok sahabe kabir ve makamları bulunmaktadır.

HALİD B. ZEYD EBU EYYUB EL-ENSARİ [r.a] (EYÜP SULTAN):

İstanbul’da yatan sahabeler arasında en çok tanınmış olanıdır. Tam adı Halid b. Zeyd Ebu Eyyub el-Ensari olan Eyüp Sultan (r.a.), Medine-i Münevvere’nin ileri gelen iki kabilesinden biri olan Hazrec Kabilesi’nin Neccaroğulları kolunun başkanı idi. Peygamberimiz (s.a.v.)’in dedesi Abdülmuttalib’in annesi de Hazrec Kabilesine mensuptu. Halid b. Zeyd (r.a.), İkinci Akabe biatında Müslüman olmuştur. Mekkeli müşriklerin Müslümanlar üzerindeki baskıları artınca Müslümanlara Mekke’den Medine’ye hicret etme izni verilmişti. En son Peygamber Efendimiz (s.a.v.), Ebubekir (r.a.) ile birlikte hicret etmişti., Halid b. Zeyd (r.a.), onların yola çıktığını öğrendiğinde diğer Medineli Müslümanlar gibi heyecanla beklemeye başlamıştı. Herkesin gönlü, Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’i evinde misafir etmek için yanıp tutuşuyordu. Peygamberimiz (s.a.v.), kimseyi kırmak istemiyordu. Kendisini misafir etmek için ararlında adeta yarışan kalabalığa devesini işaret ederek: “Onu serbest bırakın Kimin evinin önünde çökerse, o evde kalacağım.” Buyurdu. Resulullah (s.a.v.)’ın devesi Halid b. Zeyd (r.a.)’in evini önünde çökünce, kimse sonuca itiraz etmedi. Resulullah (s.a.v.), kimseyi kırmadan kalacağı evi seçmiş oldu ve kendisine yeni bir ev yapılıncaya kadar Halid b. Zeyd (r.a.)’in evinde misafir oldu. Ondan sonra Ebû Eyyub(r.a.)’un evi İslamiyet’in tebliğ edildiği bir merkez haline geldi. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), kendi evine taşındıktan sonra bile zaman zaman Halid b. Zeyd (r.a.)’in evine misafir oluyordu. Ebu Eyyub el-Ensâri (r.a.) ise “mihmandar-ı Resulullah (s.a.v.)” diye anılmaya başlandı.

Ebu Eyyub el-Ensâri(r.a.), Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in bütün savaşlarına onunla beraber katılmıştır. Savaşırken Resulullah (s.a.v.)’a zarar gelmemesi için göğsünü ona siper ederdi. Müşriklerin suikast ihtimaline karşı, geceleri onun çadırının etrafında nöbet tutardı. Ebu Eyyub el-Ensâri (r.a.), Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in vahiy kâtiplerindendi. Resulullah (s.a.v.)’in vefatından sonra da Ebubekir (r.a.) ve Ömer (r.a.) dönemlerinde fetih hareketleri için kurulan ordulara gönüllü olarak katılmıştır. Ebu Eyyub el-Ensâri (r.a.), Mescid-i Nebevî’de bir süre imamlık yapmıştır. Ali (r.a.), halife olduktan sonra Medine dışına çıkacağı zaman Ebu Eyyub el-Ensâri (r.a.)’yi yerine vekil bırakırdı. Ebu Eyyub el-Ensâri (r.a.), cihat ruhunu diri tutan bir mücahit olduğu gibi aynı zamanda bir âlimdi.

Ebu Eyyub el-Ensâri (r.a.)’nin katıldığı son sefer İslam Ordusu’nun II. İstanbul kuşatması oldu. Resulullah (s.a.v.)’in müjdesine erişebilmek için 84 yaşında bir ihtiyar olmasına rağmen gönüllü olarak orduya katılmıştı. 48/668 yılı ilkbaharında İslam ordusu ile birlikte İstanbul önlerine kadar geldi. Fiilen savaştı. Kuşatma devam ederken, Şehri gezmek ve Ayasofya’yı ziyaret etmek amacı ile Bizans Kralı’ndan alınan izinle yanına kendisi gibi mücahitleri de alarak İstanbul’a girip Ayasofya’ya gitti. Ebu Eyyub el-Ensâri (r.a.) ve yanındaki Müslüman askerler Ayasofya’da iki rek‘at namaz kıldı. Ancak sivil sıfatıyla ve gezmek amacıyla Bizans hükümdarından izinli olarak şehre girmiş olmalarına rağmen, onlar Ayasofya’da namaz kılarken bazı papazlar İstanbul halkını onların aleyhine kışkırttı. Halk, Ayasofya’dan çıktıktan sonra Ebu Eyyub el-Ensâri (r.a.) ve yanındaki Müslüman askerlere saldırdı. Papazlar tarafından öfkesi iyice kabartılmış olan halk onları taşlıyor, geçtikleri yolların üzerindeki evlerden üzerlerine kızgın yağ döküyordu. Ebu Eyyub el-Ensâri (r.a.) ve yanındakilerin çoğu şehit olmuştu. Kafile kendisini savuna savuna Eğrikapı’ya kadar geldi. Edirnekapı-Eğrikapı arasındaki dar yollarda sıkıştırıldıklarında üzerlerine gelen taş yağmuru ve kızgın yağ eziyeti son haddine ulaşmıştı. Son bir gayretle Eğerikapı’dan şehir dışına çıkmayı başardılar. 15 kişi kalmışlardı. Yaralı ve bitkinlerdi. Ebu Eyyub el-Ensâri (r.a.) de yaralıların arasındaydı. Başına taş isabet etmişti. Hazret o günden sonra bir daha iyileşemedi. Kuşatmanın en şiddetli günlerinde onun hastalığı da iyice artmıştı. İslam Ordusu Komutanı Mu‘âviye onu ziyarete gelmişti. Bir arzusu olup olmadığını sordu. Ebu Eyyub el-Ensâri (r.a.) şöyle dedi: “Beni düşman karakollarına yakın bir yere kadar götürüp, orada defnedin. Resulullah (s.a.v.)’tan, Konstantiniye (İstanbul) Surları’nın yakınına salih bir kimsenin defnolunacağını duymuştum. O kişinin ben olacağımı umuyorum. . Ebu Eyyub el-Ensâri (r.a.), kuşatma sürerken vefat etti. Cenaze namazını ordu komutanı kıldırdı. Vasiyet etmiş olduğu gibi surlara yakın bir yere, bugün Eyüp Sultan Camii’nde türbesinin bulunduğu yere defnettiler.

Bizans Kralı Konstantin ve kurmayları surların üstünden İslam Ordusu’ndaki hareketliliği görünce sebebini araştırdılar. Konstantin, İslam Ordusu çekip gittikten sonra orayı tahrip edeceğini ve cenazeyi mezarından çıkarıp vahşi hayvanlara yedireceğini Müslümanlara elçi vasıtasıyla bildirdi.[1] İslam Ordusu komutanı ise Konstantin’e, böyle bir şey yaptığı takdirde kontrolleri altında olan topraklarda hiçbir kilise ve Hıristiyan azizinin mezarını bırakmayacağını ve ellerindeki Hıristiyan büyüklerini öldüreceğini bildirdi. Bu ciddi tehdit karşısında Kral Konstantin, mezarı tahrip etmeyeceklerini ve koruyacağını bildirdi. “…Ebu Eyyub el-Ensâri (r.a.)’nin kabrinin sonraları bir bina içine alındığı, kıtlık zamanında onun kabrini ziyarete gelen Hıristiyanların onun hürmetine yağmur istediği ve asırlar boyunca bu kabrin korunduğu söylenmekte, bazı seyyahların verdiği bilgiler de bu rivayetleri doğrulamaktadır.”[2] Ancak geçen zamanla birlikte Ebu Eyyub el-Ensâri (r.a.)’nin kabri düzleşmiş ve yeri belirsiz olmuştur. 1204 yılındaki Latin istilası sırasında şehrin üç gün boyunca yağmalanmıştır. Hıristiyanlarca kutsal sayılan yerler tahrip edilerek yıkılırken, çevresinde bulunan manastır, kilise, ayazma ve Hıristiyanlara ait kutsal mezarlarla birlikte Eyyub el-Ensâri (r.a.)’nin kabrinin de tahrip edilmiş olması muhtemeldir. Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u fethettikten sonra surların dibinde olduğunu bildiği Ebu Eyyub el-Ensâri (r.a.)’nin kabrini bulması için hocası Ak Şemseddin’den yardım istedi. Ak Şemseddin, keşf ve keramet yolu ile Ebu Eyyub el-Ensâri (r.a.)’nin kabrini buldu. Fatih Sultan Mehmet kabrin üzerine bir türbe, etrafına bir cami ve bir medrese yaptırdı. Bütün bunların korunabilmesi için ise bir vakıf kurdu. Daha sonra bu binalara bir aşevi ve bir hamam ilave ettirdi. Ebu Eyyub el-Ensâri (r.a.)’nin türbesinin bulunduğu semt “Eyüp” adını aldı. Zamanla Eyyub el-Ensâri (r.a.) İstanbulluların gönlünde“Eyüp Sultan” olarak yer kazandı. Cami de “Eyüp Sultan Camii” olarak anılmaya başlandı. Osmanlı Padişahlarının kılıç kuşanma törenleri burada yapılıyordu. Eyüp Sultan Türbesi Sultan I. Ahmet zamanında, bugünkü halini almıştır. Sultan I. Ahmet döneminde kıble tarafına bakan türbe girişinin önüne ziyaret bölümü, cüzhâne ve sebil ilave olunmuştur.

MUHAMMED B. CÂBİR EL-ENSÂRÎ(r.a.):

Muhammed b. Câbir el-Ensârî (r.a.), annesi Dâye Hâtun ve babası Câbir, İstanbul’u kuşatan İslam Ordusu’na gönüllü olarak katılmışlardır. Türbesi, Eyüp’te Düğmeciler Caddesi ile Ümmü Sinan Sokağı’nın birleştiği yerde Dökmeciler Camii’nin bahçesindedir. Üst yoldan Eyüp’e giden belediye otobüsleri ile gidilebilir. Türbesindeki mermer taş üzerinde bilgisi yazılıdır.

EBÛ DERDÂ (r.a):

Asıl adı, Uveymir b. Zeyd b. Kays’dır. Hazrec Kabilesi’den olup Medineli ensârdandır. Bedir savaşı sırasında Müslüman olmuştur. Ebû Derdâ (r.a.), Ömer (r.a.) döneminde fethedilmiş olan Şam’da kadılık yaparak kadı olan ilk sahabe olmuştur. Ebû Derdâ (r.a.)’nın makamı Eyüp’te Cezrî Kasım Mahallesi Zal Mahmut Paşa Caddesi 49 numaradadır. Ebû Derdâ (r.a.)’nın Üsküdar Karacaahmet Kabristanı’nda ve Bartın’da birer makamı daha bulunmaktadır.

ETHEM (r.a.):

Eyyub el-Ensâri (r.a.)’nin sakalarındandır. Türbesi, Eyüp’e inerken Baba Haydar’dan Otlakçılar’a giderken yolun sağında, Arpacı Hayrettin Mescidi’nin karşısında, şehit düştüğü yerdedir. Adresi, Eyyub-Cezeri Kasım Mahallesi Abdurrahman Şeref Sokağı 26 numaradır.

Türbe içindeki diğer kabirlerden biri, saray hocalarından Hafız Abdullah Efendi’ye, diğeri Eyüp Sultan Camii imamlarından Abdurrahman Şeref Efendi’ye aittir.

KA‘B (r.a.):

Türbesi Eğrikapı’dan Ayvansaray’a inen yolun sağ tarafındadır.

ABDUSSADIK AMİR B.UBÂDE B. SÂME (r.a.)

Bazı kayıtlarda Abdullah b. Âmir diye de geçmektedir. Emeviler döneminde İstanbul’un fethi için orduya gönüllü olarak katılmış sahabelerdendir.

Kabri Eyüp-Abdülvahit Mahallesi’ndedir.

HÂFİR (r.a.):

Eyyub el-Ensâri (r.a.)’nin yeğenidir. İstanbul kuşatması sırasında Eğrikapı önünde şehit düşmüştür. Türbesi, Eyüp’te Abdülvedûd Mahallesi, Eğrikapı Sokağı’nda sur duvarına bitişiktir.

EBÛ ŞEYBETİ’L-HUDRÎ(r.a.):

Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in sütkardeşidir. Eyyub el-Ensâri (r.a.) ile birlikte gönüllü olarak İstanbul’un fethi için gelen sahabelerdendir. Ebû Şeybeti’l-Hudrî (r.a.), 90 yaşında iken İstanbul kuşatmasına katılmış ve surların dibinde şehit düşmüştür. Oğlu Müris de onunla birlikte kuşatmaya katılmıştır. Türbesi Fatih / Atik Mustafa Paşa Mahallesi (yeni ismi ile Karabaş Mahallesi), Toklu İbrahim Dede Sokağı’ndadır. Toklu İbrahim Dede Kabristanı olarak bilinen yerde birçok isimsiz sahabe kabri vardır. Ebû Şeybeti’l-Hudrî (r.a.)’nin kabrinin yeri, Eyyub el-Ensâri (r.a.)’nin kabrinin yeri kadar kesindir.

HAMDULLAHİ’L-ENSÂRÎ:

Hamdullahi’l-Ensârî(r.a.)’nin kabri Ayvansaray’da; Fatih / Atik Mustafa Paşa Mahallesi (yeni ismi ile Karabaş Mahallesi), Toklu İbrahim Dede Sokağı’nda, Ebû Şeybeti’l-Hudrî (r.a.) ve Ahmedu’l-Ensari (r.a.)’nin kabirleri ile aynı yerdedir.

AHMEDU’L-ENSARÎ (r.a.):

Eyyub el-Ensâri (r.a.) ile birlikte İstanbul’un fethi için gelip şehit olan sahabelerden biridir. Türbesi, Ayvansaray’da Toklu İbrahim Dede Kabristanı’ndadır.

MUHAMMEDU’L-ENSÂRÎ (r.a.):

İkinci İstanbul kuşatmasına gönüllü olarak katılmış ve 48/669 yılında şehit düşmüştür. Kabri, Parmakkapı’da Fatih’e bağlı Atik Mustafa Mahallesi, Ayvansaray Caddesi’ndedir.

,

CÂBİR B. ABDULLAH EL-ENSÂRÎ (r.a.):

Eyyub el-Ensâri (r.a.)’nin alemdarlarından olan Câbir b. Abdullah el-Ensârî (r.a.)’nin babası Uhud şehitlerindendir. Hanımı Dâye Hâtun ve oğlu Mumammed’le birlikte İstanbul kuşatmasına katılmıştır. Makamı, Ayvansaray’da Câbir Camii’nin içinde minberin yan tarafındadır. Câbir b. Abdullah el-Ensârî(r.a.), Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’den 1.500 hadis-i şerif rivayet etmiştir. Eşi Dâye Hâtun, İstanbul’da vefat etmiş ve Şimdiki Sümbül Efendi Camii’nin avlusuna defnedilmiştir. Câbir b. Abdullah el-Ensârî(r.a.), İstanbul’da bir müddet kaldıktan sonra Medine’ye dönmüş ve 94 yaşında iken Medine’de vefat etmiştir. Bundan dolayı İstanbul’daki türbesi onun kabri değil makamıdır.

EBU ZERR EL-ĞIFÂRÎ (r.a.):

Ebû Zerr el-Ğıfârî(r. a), ilk Müslümanlardandır. Makamı, Fatih /Ayvansaray, Atik Mustafa Paşa (yeni adı Karabaş) Mahallesi’nde Lonca Caddesi ile Ağaçlı çeşme ve Marul Sokakları’nın kesiştiği yerde bulunmaktadır. Ashab-ı Suffe’den olan Ebû Zerr el-Ğıfârî(r. a), Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’den 281 hadis-i şerif rivayet etmiştir. Oğlunu, Medine yakınlarında Resulullah (s.a.v.)’ın koyunlarını otlatırken kâfirlerin yaptığı bir baskın sonucu şehit vermiştir.18/639 yılında Kudüs’ün, 23/643 yılında Kıbrıs’ın fethine katılmıştır. Ebû Zerr el-Ğıfârî(r. a), Mekke yolu üzerinde Medine’ye 3 mil uzaklıktaki Rebeze adlı yerde vefat etmiştir. Bundan dolayı İstanbul’daki türbesi onun kabri değil makamıdır.

ABDULLAH EL-HUDRÎ (r.a.):

Abdullah el-Hudrî (r.a.)’ın türbesi, Fatih /Atik Mustafa Paşa (yeni adı Karabaş) Mahallesi, Ayvansaray-İvaz Efendi Camii yakınlarında Kandilli Türbe Sokağı’ndadır. Sur dibine yakın bir yerde şehit düşmüştür.

ŞU‘BE (r.a.):

Adı bazı kaynaklarda Şa ‘be olarak geçmektedir. Türbesi Fatih / Avcıbey Mahallesi, Şişhane Caddesi üzerindedir. Şu ‘be (r.a.), İslam Ordusu’nun Bizans kuşatması sırasında, Ayasofya’yı ziyaret etmek ve orada namaz kılmak için Kral Konstantin’den izin alarak İstanbul’a giren ve ziyaret dönüşü papazların kışkırtması sonucu Bizans halkının saldırısına uğrayarak şehit olan askerlerin arasındaydı.

EBÛ SA ‘ÎD EL-HUDRÎ (r.a.):

Künyesi Sa‘d b. Mâlik b. Sinândır. Makamı, Fatih /Atik Mustafa Paşa (yeni adı Karabaş) Mahallesi Kariye Camii yanındadır. Ebû Sa‘îd el-Hudrî (r.a.), Resulullâh (s.a.v.)’den 1.170 hadîs-i şerîf rivayet etmiştir. 74 / 693 yılında 86 yaşında Medîne’de vefat etmiştir. İstanbul’daki türbe, onun kabri değil makamıdır.

HÜSÂM B. ABDULLAH (r.a.):

Fatih/Ayvansaray Mahallesi, Salmatomruk Caddesi Türbe Sokağı’ndaki tarihi sultan Hamamı’nın bahçesinde bulunan türbe Hüsâm b. Abdullah (r.a.)’ındır.

HASAN (r.a.) VE HÜSEYİN (r.a.)

Türbeleri, Fatih/ Hoca Sinan Mahallesi, Hasan Hüseyin yokuşundadır. Ashâb-ı kirâmdan olan Hasan (r.a.) ve Hüseyin (r.a.) kardeşler, İslam Ordusu ile birlikte İstanbul’a gelmiş ve Ebû Eyyûb el- Ensârî (r.a.)’nin hizmetinde bulunmuş olan mücahitlerdir. Birçok Müslüman’ın şehit edildiği Ayasofya ziyareti dönüşü şehit düşmüşlerdir. Hasan (r.a.) ve Hüseyin (r.a.) ile birlikte aynı yerde şehit edilmiş olan Zübeyr (r.a.) isimli bir sahabenin kabri de onların yanındadır.

ZÜBEYR (r.a.):

Türbesi, Fatih/ Hoca Sinan Mahallesi, Hasan Hüseyin yokuşunda ve Hüseyin (r.a.) ile birlikte aynı yerdedir. İkisi kardeş olan bu üç sahabe, Ayasofya ziyareti dönüşü papazların kışkırttığı şehir halkı tarafından birlikte şehit edilmişlerdir. Hasan (r.a.), yokuşun başında, Zübeyr (r.a.) hemen onun yanı başında, Hüseyin (r.a.) yokuşun ortasında şehit edilmiştir. Şehit düştükleri yere defnedilmiş olan kabirleri zamanla düzlenmiş, İstanbul’un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmet’in gayreti ile tespit edilmiş ihya edilmişti. Ancak aradan geçen zaman içinde kabirler yeniden düzenlenmiş fakat Zübeyr (r.a.)’ın kabrinin yeri bu arada meçhul kalmıştır.

CA‘FER B. ABDULLAH EL-ENSÂRÎ (r.a.):

Fatih / Hoca Kasım Günâni Mahallesi, Sultan Çeşmesi ve Yörük sokaklarında yer alan Hoca Kasım Günâni Camii ve Ca‘fer b. Abdullah (r.a.)’ın kabri vardır. Kabir bahçe içinde ve Caminin duvarına bitişiktir. Ca‘fer b. Abdullah (r.a.), Ebû Eyyûb el- Ensârî (r.a.)’nin sakasıdır. İstanbul’un fethi için orduya gönüllü katılmıştır.

ABDULLAH EL-ENSÂRÎ (r.a.):

Fatih/ Hoca Kasım Günâni Mahallesi, Kürkçü Çeşme Sokağı’nda medfundur. Kabri, Edirnekapı/ Salmatomruk’tan Balat’a doğru inen Hoca Kasım Günâni Camii’ni bira geçtikten sonra sağ tarafta, yolun bitimine yakın yerdedir.

Abdullah el-Ensârî (r.a.), muhtemelen Hasan (r.a.) ve Hüseyin (r.a.) kardeşlerle birlikte, Bizanslılar tarafından pusuya düşürülerek şehit edilmiştir. Medfun olduğu yerde dört kabir daha vardır. Fakat kimlikleri belli değildir.

HÜSEYİN B. SADIK (r.a.):

Hüseyin b. Sadık (r.a.), Mekke’de doğmuş, çocuk yaşta Müslüman olmuştur. Hulefa-i Raşidin’e (4 büyük halifeye) hizmet etmiştir. Gönüllü İslam Ordusu ile gelerek II. İstanbul kuşatmasına katılmıştır. Kendi imkânları ile bir merkep satın alarak ordunun su ihtiyacını gideren sakalık görevini üstlenmiştir. Bizans, İslam Ordusu’nun II. İstanbul kuşatmasına direnirken Grejuva (Suda bile sönmeyen Rum ateşi)yı keşfedince, İstanbul’u kuşatan Müslüman gemilerini yakmışlardı.

İslam Ordusu daha fazla zayiat vermemek için Şam’a geri dönmeye karar vermişti. İslam Ordusu’nda sakalık yapan Hüseyin b. Sadık (r.a.), Parmakkapı Surları’nın iç kısımlarında Balat’ta oturan Rumlar’a ve Yahudilere de su veriyordu. Bundan dolayı ona sempati duyuyorlar ve “Sadık Baba” diyorlardı. İslam Ordusu geri dönerken bir grup sivil Rum ona kalmasını ve kendilerine sakalık yapmasını rica etti. Hüseyin b. Sadık (r.a.) kabul edince, Bizans İmparatoru’ndan onun için izin aldılar ve ona Balat’la Fener arasında bir ev verdiler. Hüseyin b. Sadık (r.a.), güler yüzlü, sempatik birisi idi. Örnek bir Müslüman hayatı yaşadığı için çevre halkının ona olan ilgisi gitgide çoğalıyordu. Merkebi ile sur dışındaki su kaynaklarından halka su taşırken bir yandan da İslam’ı tebliğ ediyordu. Rumlar arasında İslamiyet yayılmaya başlamıştı. Bu durum yobazların hiç hoşuna gitmedi. Hüseyin b. Sadık (r.a.)’ı Kral Konstantin’e şikâyet ettiler ve bir gece kralın emri ile evini basarak yatağında uyurken şehit ettiler. Hüseyin b. Sadık (r.a.)’ın kabri, fetihten sonra Ebû Eyyûb el- Ensârî (r.a.)’nin ve diğer bazı sahabelerin kabirleri gibi keşf ve keramet yolu ile tespit edilerek ihya edilmiştir.

ABDURRAHMAN B. HALİD B. VELİD (r.a.):

Abdurrahman b. Hâlid b. Velid(r.a.), “Seyfullah” (Allah’ın kılıcı) adıyla tarihe geçmiş olan büyük İslam kumandanı Hâlid b. Velid (r.a.)’in oğludur. 49/669 yılında İslam Ordusu’nda kuşatmaya katılmıştır. Düşmanla göğüs göğse çarpışırken surların dibinde Abdülazizb.Zürare(r.a.) ile birlikte şehit olmuştur. Kabri tahrip edilmiş ve yeri belirsizleşmiştir.

.ABDÜLAZİZ B. ZÜRÂRE (r.a.):

Abdülaziz b. Zürâre(r.a.), 49/669 yılında İstanbul kuşatmasına katılmış ve düşmanla savaşırken surların dibinde şehit düşmüştür. Kabri tahrip edilmiş ve yeri belirsizleşmiştir. Edirnekapı ile Ulubatlı arasında surların iç kısmında Abdurrahman Paşa ve refiki diye bilinen iki kabir vardır ki muhtemelen. Abdülaziz b. Zürâre(r.a.) Abdurrahman b. Hâlid b. Velid(r.a.)’e aittir. Yerleri fetihten sonra belirlenmiştir. Türbeler, İgdaş binasından Edirnekapı’ya doğru çıkarken yolun sol tarafındadır.

DÂYE HÂTUN (r.anhâ):

Asıl adı Süheyme binti Mes‘ûd (r.anhâ)’dur. Eşi Haz. Câbir (r.a.) ve oğlu Muhammed (r.a.) ile birlikte orduya gönüllü katılarak İstanbul’a gelmiştir. Kabri Koca Mustafa Paşa’da Sümbül Efendi Camii’nin avlusundadır. Dâye Hâtun (r.anhâ)’un kabrinin yanında, Çifte Sultanlar diye anılan ve Hz. Ali (r.a.)’nin torunları olan Sâkine (r.anhâ) ve Fatıma (r.anhâ)’nın kabirleri vardır. Burada isimleri bilinmeyen 4 sahabe kabri daha mevcuttur. Sümbül Efendi Câmii’nin avlusunda ayrıca sonradan Müslüman olan ve İslam inancından dönmediği için şehit edilen Bizans İmparatoru’nun kızı ( Sarı Sıdıka)’nın kabri de vardır.

ABDURRAHMAN ŞÂMÎ (r.a.):

Hz. Ebûbekir (r.a.)’in kayınbiraderi olan Abdurrahman Şâmî (r.a.), Ebû Eyyûb el- Ensârî (r.a.)’nin sancaktarlarındandır. İstanbul kuşatmalarından birinde, Ayasofya’da namaz kılmak için Müslüman askerlerin bazılarının, Bizans İmparatoru’ndan özel izin alarak yaptıkları Aysofya ziyareti akabinde papazların kışkırttığı İstanbullular tarafından saldırıya uğrayarak şehit olan Müslümanlardandır. Abdurrahman Şâmî (r.a.)’nin türbesi Ayasofya Camii ile Sultanahmet Camii arasında Tevfikhane sokağı ile Kabasakal Sokağı’nın kesiştiği köşededir. İstanbul’un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmet tarafından kabrinin yeri tespit ettirilerek mütevazı bir türbe yaptırılmıştır.

AMR B. EL-ÂS (r.a.):

Ashab-ı kiramdan olan Amr b. el-Âs (r.a.) cesur bir asker ve büyük bir komutandır. İstanbul’daki makamı Beyoğlu-Karaköy, Kemankeş Mustafa paşa Mahallesi Kemankeş Caddesi üzerinde bulunan Kurşunlu Mahzen denilen Yeraltı Camiinin içindedir. Müslüman olduktan sonra büyük bir İslam komutanı olarak başta Mısır’ın fethi olmak üzere İslam’a birçok hizmeti olmuştur. Amr b. el-Âs (r.a.), 90 yaşında iken Mısırda vefat etmiştir. İstanbul’da bulunan yer onun türbesi değil makamıdır.

VEHB B. HUŞEYRE (r.a.):

Vehb b. Huşeyre’nin makamı Beyoğlu-Karaköy, Kemankeş Mustafa paşa Mahallesi Kemankeş Caddesi üzerinde bulunan Kurşunlu Mahzen denilen Yeraltı Camiinin içindedir.

SÜFYÂN B. UYEYNE (r.a.):

Süfy’an b. Uyeyne (r.a.)’nin makamı, arkadaşları olan Amr b. el-Âs (r.a.) ve Vehb b. Huşeyre (r.a.) ile aynı yerde Beyoğlu-Karaköy, Kemankeş Mustafa Paşa Mahallesi Kemankeş Caddesi üzerinde bulunan Kurşunlu Mahzen denilen Yeraltı Camiinin içindedir.

ABDÜLVEHHÂB (r.a.):

Resulullah (s.a.v.)’in sancaktarlarındandır. 48/668 yılındaki İstanbul kuşatmasında İslam Ordusu Kadıköy, Üsküdar civarında karargâh kurmuştu. Ancak arada deniz olması, İstanbul’u koruyan surların sağlamlığı ve ağır kış şartları yüzünden İslam Ordusu kuşatmayı erteleyerek Suriye’ye dönmüştü. Muhtemelen Abdülvehhâb (r.a.) dönme hazırlığı sırasında hastalanmış ve vefat ettiği yere defnedilmişti. Defnedildiği yer Üsküdar Dereboyu’ndadır.

EBÛ DERDA (r.a.):

Asıl adı Uveymir b. Zeyd olan Ebû Derdâ (r.a.), Medineli ensârdan ve Hazrec Kabilesindendir. Aynı zamanda büyük bir İslam âlimi olan Ebû Derdâ (r.a.)’nın Eyüp Zal Mahallesi Paşa Caddesi No: 49’da; Bartın’da ve Üsküdar’da Karacaahmet Mezarlığı’nda birer makamı vardır.

DOKUZUNCU KUŞATMA:

1391 yılında Osmanlı Padişahı Yıldırım Bayezid tarafından gerçekleştirildi.7 ay süren kuşatma Bizanslılarla yapılan anlaşma sonucu kaldırıldı. Anlaşma maddeleri:

Bizanslılar, Türkler’e 700 ev verecek ve bunlarla bir Türk mahallesi kurulacak. İstanbul’da kadısı Osmanlı Devleti tarafından tayin edilecek bir mahkeme kurulacak.

Bir cami yapılacak.

İstanbul’da bir Türk askeri mıntıkası olacak ve buraya 6000 kişilik Türk garnizonu yerleşecek.

ONUNCU KUŞATMA

1395 yılında yine Yıldırım Beyazıt tarafından yapılmıştır. 1401 yılında Yıldırım Beyazıt’ın Timur’la yapmış olduğu Ankara savaşında esir düşmesinden sonra Bizans Kralı Konstantin anlaşmayı tek taraflı olarak bozmuş, Müslümanları İstanbul’dan çıkarmıştır.

Bir nîm neş’e say bu cihânın bahârını
Bir sâgâr-ı keşîdeye tut lâlezârını

Bir dem mi var ki âh ederek anmaya gönül
Ey serv-kad seninle geçen rüzgârını

Şevk-ı tamâm va‘de-i ferdâyı dinlemez
Reşk âna kim cihânda bugün buldu yârını

Îrân-zemîne tuhfemiz olsun bu nev-gazel
İrgürsün Isfahân’a Sitanbul diyârını

Düşmen ne denlü saht ise de şâd ol ey Nedîm
Seng üzre gösterür zer-i kâmil ayârını

Nedîm


ONBİRİNCİ KUŞATMA VE FATİH SULTAN MEHMET’İN İSTANBUL’U FETHİ:

Osmanlı padişahı II. Mehmet (1432-1481)’in 6 Nisan 1453 günü başlatmış olduğu kuşatma 29 Mayıs 1453 günü İstanbul’un fethedilmesi ile sonuçlanmış ve Resulullah (s.a.v.)’ın “Konstantiniye (İstanbul) muhakkak feth olunacaktır.” müjdesi gerçekleşmiştir.

İSTANBUL’UN FETHİNİ GÖREN ÜSKÜDAR

Üsküdar, bir ulu rü’yayı görenler şehri!

Seni gıpta ile hatırlar vatanın her şehri.

Hepsi der: “Hangi şehir görmüş onun gördüğünü?

Bizim, İstanbul’u fethettiğimiz mutlu günü!”

Elli üç gün en mehâbetli temâşâ idi o!

Sanki halkın uyanık gördüğü rü’yâ idi o!

Şimdi beş yüz sene geçmiş o büyük hatırâdan;

Elli üç günde o hengâme görülmüş buradan;

Canlanır levhası hâlâ beşer ettikçe hayâl;

O zaman ortada, her saniye gerçek bir hâl.

Gürlemiş Topkapı’dan bir yeni şiddetle daha

Şanlı nâmıyle “Büyük Top” denilen ejderha.

Sarf edilmiş nice kol kuvveti gündüz ve gece,

Karadan sevk edilen yüz gemi geçmiş Halic’e;

Son günün cengi olurken, ne şafakmış o şafak,

Üsküdar, gözleri dolmuş, tepelerden bakarak,

Görmüş İstanbul’a yüzbin meleğin uçtuğunu;

Saklamış durmuş asırlarca hayâlinde bunu.

Yahya Kemal Beyatlı

II. MEHMET HAN’IN İSTANBUL’U FETHETMEK İÇİN YAPMIŞ OLDUĞU HAZIRLIKLAR:

İstanbul’u fethetmeyi hayatının en büyük hedefi olarak seçmiş olan Büyük kumandan ve Osmanlı Sultanı II. Mehmet Han (1432-1481), İstanbul’un fethi için birçok hazırlık yapmıştı. Kendisinin başkumandanlığını yapacağı 200.000 kişilik bir Fetih Ordusu kurdu. Tarihteki İstanbul kuşatmalarının başarısızlığının sebepleri arasında, İstanbul’a denizden yapılacak muhtemel bir girişi önlemek için Haliç’e çekilmiş olan zincir, Bizans’ın elinde bulunan ve suda bile sönmeyen Rum ateşi, İstanbul’u koruyan etrafı su dolu derin hendeklerle çevrilmiş muhkem surlardı. Sultan II. Mehmet Han, Edirne’de, İstanbul’un muhkem surlarını dövüp yıkabilecek evsafta toplar döktürdü. Topların dökümünde Macar mühendisler çalışmış olmakla birlikte, kullanılacak malzemenin oranını, topların vuracağı mesafeyi, yapacağı tahribatı kendisi hesapladı. Çünkü II. Mehmet Han aynı zamanda iyi bir mühendisti. Büyük dedesi Beyazıt’ın İstanbul’u kuşatmak için Boğaz’ın Anadolu yakasında yaptırmış olduğu Anadolu Hisarı’nın karşısına Boğazkesen adı verilen Rumeli Hisarı’nın inşa ettirdi. Rumeli Hisarı’na toplar yerleştirerek Boğaz’dan geçişi kontrolü altına aldı. Büyük dedesi Beyazıt’ın, Boğaz’ın en dar yerinde inşa ettirmiş olduğu Anadolu Hisarı’nı tamir ettirdi. Kale burçlarına toplar yerleştirerek Boğaz’dan geçişi kontrolü altına aldı. Fetih Ordusu’na lojistik destek sağlamak amacı ile İstanbul civarında bugünkü Eyüp yakınlarında bir dökümhane yaptırdı. Burası fetihten sonra Dökmeciler adını almıştır. Sultan II. Mehmet Han, 1453 yılı başlarında Divan-ı Hümayun’u toplayarak durumu görüştü. 23 Mart 1453 Cuma günü Osmanlı Padişahı Sultan II. Mehmet Han’ın 200.000 kişilik Fetih Ordusu Edirne’den tekbirlerle yola çıktı. Günler süren yolculuktan sonra ordu, İstanbul önlerine kadar geldi. Sultan II. Mehmet Han, Topkapı’nın karşısına tekabül eden Maltepe’de karargâh kurdu. Bizans Kralı Konstantin’e elçi göndererek, kan dökülmeden şehri teslim etmesini teklif etti. Kral, İstanbul’u asla teslim etmeyeceğini bildirdi. Bunun üzerine 6 Nisan 1453 günü Sultan II. Mehmet İstanbul Han, İstanbul kuşatmasını başlattı. Bizans Kralı, kuşatma karşısında Papa’dan yardım istemeyi düşünüyordu. Ancak Bizans Başbakanı Lukas Notaras: “Kiliselerimizde Katoliklerin siyah takkelerini görmektense Türklerin beyaz sarıklarını görmeyi tercih ederim.” diyerek tercihini cesaretle ortaya koydu.

İSTANBUL KUŞATMASININ EN ATEŞLİ GÜNLERİ:

18 Nisan 1453 günü akşamüzeri hava karardığında bazı gönüllü Türk askerleri komutanlarının talimatıyla surlara yakın yerlerde siper arkasına saklandılar ve surlardan açılan gediklerden içeri girmeyi denediler. Surlardan içeri yalınkılıç dalan kahraman askerler surlarda nöbet tutan birkaç Bizans askerini saf dışı etti. Gecenin karanlığında “Allah Allah” diye nara atan gazilere davul ve zurna sesleri eşlik ediyordu. Büyük top mermilerinin çıkardığı sesler, Anadolu yakasından duyuluyordu. Bizanslılar bütün sur kapılarını ördüler. Kaynattıkları zeytinyağlarını surlara tırmanmaya çalışan askerlerin üzerine döküyorlardı. Kuşatma devam ederken Osmanlı Devleti’nin ilk donanma komutanlarından biri olan Baltaoğlu Süleyman Paşa, 420 parçalık donanma ile Gelibolu’dan gelerek Boğaziçi’nde bulunan Baltalimanı’na geldi.18 Nisan günü, Kınalıada, Burgaz Adası, Sedef Adası, Heybeliada ve Büyükada’dan mürekkep olan Prens Adalarını aldı. Böylece İstanbul kıyılarını sararak Bizans’a yardım gelmesini engelmiş oldu. Ancak Bizans’a yardım götüren Cenevizlilerle girdiği çarpışmada yenilince götürülen yardımın Haliç’e ulaşmasını engelleyemedi.

Surların etrafına kurdukları kalaslara tutunarak hendekleri aşmayı başaran bazı Fetih Ordusu askerleri surlara tırmanırken, Bizanslılar tarafından üzerlerine kızgın yağ dökülerek haşlanıyorlardı. Şehit düşenlerin arkasından gelenler, haşlanan arkadaşlarını gördükçe korkmak yerine: “Arkadaşım şehit oldu ve Cennet’e uçtu. Cennet’e gitme sırası bende.” diyorlar ve yola devam ediyorlardı. Sonunda Ulubatlı Hasan ve 17 arkadaşı Topkapı surlarına tırmanmayı Türk Sancağı’nı burca dikmeyi başardı. Bizanslılar tarafından Hasan ve arkadaşlarına atılan oklar o anda hedeflerini buldu. Türk sancağını Bizans Surları’nın burcuna dikmeyi başaran yiğitler o mutlulukla hep birlikte Uçmağ’a[3] varmışlardı.

İstanbul’u koruyan surların çok muhkem olması karşısında Sultan II. Mehmet Han, Edirnekapı ile Ayvansaray arasında Eğrikapı’dan tünel kazdırmaya başladı. Ancak durumu fark eden Bizanslılar tüneli çökerterek birçok askerimizi şehit ettiler.

YEDİKULE ÖNLERİNDEKİ ACI YENİLGİ VE SULTAN II. MEHMET HAN’IN ATINI DENİZE SÜRMESİ:

20 Nisan 1453 günü Papa’nın Bizans’a yardım için göndermiş olduğu 4 yelkenli gemi Marmara’da rüzgârın da etkisi ile Haliç’e doğru hızla ilerliyordu. Sultan II. Mehmet Han, görevi Bizans’a yardım götüren gemilerin Haliç’e girmelerini engellemek olan Baltaoğlu Süleyman Paşa’nın emrine 9 gemi vermişti. Baltaoğlu Süleyman Paşa, Donanmasını Haliç’e doğru süratle ilerleyen Bizansa’ yardım konvoyunu oluşturan 4 büyük gemiye yaklaştırarak teslim olmalarını teklif etti. Konvoydan karşılık olarak ok yağmuru geldi. Her iki donanma birbirlerini ok ve taş yağmuruna tutmuşken zaten şiddetli olan rüzgâr fırtınaya dönüştü. Birbiri ile savaşan gemilerin arasındaki mesafe artan rüzgârın etkisiyle gitgide açıldı. Bizans’a yardım getiren götüren gemiler Haliç’e gelince Bizanslılar, Galata’dan Sarayburn’na germiş oldukları zinciri gevşeterek gemileri Haliç’e aldılar. Gelişmeleri Sarayburnu’nun karşı tarafında civarında at üstünde izleyen genç hükümdar II. Mehmet Han: “Ya İstanbul beni ala, ya ben alam İstanbul’u.” diye haykırarak atını denize sürdü. Yüzlerce askerin şehâdeti ile sonuçlanan tünel faciası ve Baltaoğlu Süleyman Paşa’nın Donanmasının uğradığı yenilgiden sonra İstanbul surlarının aşılamayacağı kanaati belirmeye başlamıştı. Sultan II. Mehmet Han, bu düşüncesini hocası Ak Şemsettin Hazretleri’ne açtı. Hadis-i Şerif’in doğruyu işaret ettiğinden emin olduğunu ancak Hadis-i Şerif’te geçen “mutlu komutan”ın belki kendisi olmayacağını, belki Konstantiniye’nin fethinin başka bir Müslüman komutana nasip olacağını, İstanbul kuşatması yüzünden daha fazla İslam askeri kanının dökülmesini istemediğini söyledi.

OK

Yavuz Sultan Selim Han'ın önünde
Ok atan ihtiyar Bektaş Subaşı,
Bu yüksek tepeye dikti bu taşı
O gazi hünkârın mutlu gününde.

Vezir, molla, ağa, bey, takım takım
Güneşli bir nisan günü ok attı.
Kimi yayı öptü, kimi fırlattı,
En er kemankeşe yetti uç atım.

En son Bektaş Ağa çöktü diz üstü.
Titrek elleriyle gererken yayı,
Her yandan bir merak sardı alayı.
Ok uçtu, hedefin kalbine düştü.

Hünkâr dedi: “Koca! Pek yaman saldın.
Eğerci bellisin benim katımda,
Bir sır olsa gerek bu ilk atımda.
Bu sihirli oku nereden aldın? '”

İhtiyar, elini bağrına soktu,
Dedi: “ İstanbul muhasarası,
Başlarken aldığım gaza yarası,
İçinden çektiğim bu altın oktu!”

Yahya Kemal Beyatlı

AK ŞEMSETTİN HAZRETLERİ’NİN SULTAN II. MEHMET HAN’A KUR’AN-I KERİM’DEN BİR AYET-İ KERİME İLE CEVAP VERMESİ:

Ak Şemsettin Hazretleri, Sultan II. Mehmet Han’a, Sebe’ Suresi’nin15. Ayeti’ni okudu, açıkladı ve Âyet-i Kerime’de geçen harflerinin toplamının 857 olduğunu, bunun da içinde bulundukları Hicri 857 (1453M.) yılını işaret ettiğini açıkladı. Kuşatmayı kaldırmamasını, sebat etmesini ve Allah (c.c.)’ın yardımı ile fethin yakın olduğunu söyledi.

Sultan II. Mehmet Han hocası Ak Şemsettin Hazretleri’nin açıklamaları üzerine kuşatmanın devam etmesine karar verdi.

5 Mayıs 1453 günü önce 3 tonluk bir Ceneviz gemisi, ardından yine Cenevizlilere ait 5 adet gemi batırıldı. Batırılan gemiler kıymetli ticaret eşyası yüklüydü. Sultan II. Mehmet Han, o gemilerin amaçlarının ticaretten ziyade Bizans’a ve Kral Konstantin’e yardım için geldiklerini bildiğini ancak buna rağmen batırdığı gemilerin zararını sahiplerine ödeyeceğine söz verdi. Cenevizliler bu âlicenaplık karşısında şaşırıp kaldılar.

BİZANS KRALI KONSTANTİN’İN KAYGILARI:

Bizans Kralı Konstantin, Araplar, Acemler ve daha başka kavimler tarafından defalarca kuşatılmış olan İstanbul’un bu defa ellerinden gideceğini hissederek kaygılanıyordu. Sonunda üç kişilik bir heyeti elçi olarak Sultan II. Mehmet Han’ gönderdi ve kuşatmayı kaldırması şartıyla, istediği miktarda vergiyi vermeyi kabul ettiğini ve hiçbir Hıristiyan Devletle temas kurmamak üzere kendisinin emir ve himayesinde kalmaya razı olduğunu bildirdi.

SULTAN II. MEHMET HAN’IN BİZANS KRALI KONSTANTİN’E CEVABI:

Sultan II. Mehmet Han, Bizans Kralı Konstantin’e:“Kuşatmayı kaldırmam. Böyle bir hareket, şehrinizi almak kararına zıt düşer. Şehrinizi yüzde doksandokuz zapt edeceğim. Eğer herhangi bir mucize olur da bu işi sonuçlandıramazsam bile çekip gitmeyeceğim. Ölü veya diri sizin elinize düşeceğim. Bir nokta daha var; Eğer imparatorunuz bu teklifi, Bizans’ın harap olmaması ve halkın ölüm ve perişanlıktan kurtulması için yapıyorsa, şehri bana teslim etsin. Kendisine Mora’nın hâkimiyetini bırakırım. Kardeşlerine de birer beylik veririm. Ondan donra daima dost kalırız.” Cevabını gönderdi.

Bu cevabı alan Bizans Kralı Konstantin, İstanbul’u teslim etmeyi kabul etmedi.

SULTAN II. MEHMET HAN’IN GEMİLERİ KARADAN YÜRÜTMESİ:

22 Nisan 1453 günü Kasımpaşa –Taksim arasındaki tepeler Zağanos Paşa tarafından kontrol altına alındı. Zağanos Paşa, büyük surlar karşısında bulunan Türk Ordusu’nun Haliç tarafındaki sol kanadıyla da çok yakın irtibat sağlamıştı. Kâğıthane deresi üzerinde bir köprü kuruldu. Sultan II. Mehmet Han, bizzat çizdiği plana göre Dolmabahçe önlerinde bulunan ve 420 gemiden oluşan donanmanın70 parçalık bölümünü arka arkaya bir gecede Beyoğlu yarımadasındaki tepelerden aşırarak Haliç’e indirdikten sonra, zincirin gerisinde kuytu bir yerde demir atmış olan Bizans donanmasını arkadan çevirmeyi düşünüyordu. Ancak o gün bu düşüncesini kimseye söylemedi. İlk iş olarak gemilerin geçeceği yolu kontrol altına aldı. Ne Cenevizliler ne de Bizanslılar, surların yanı başındaki bu hareketliliğin farkına varamadı. Sultan II. Mehmet Han bir gecede her geminin altına kızak olarak yerleştirilecek olan keresteyi temin etti. Cenevizlilerin ihanet etme ihtimaline karşı onları tehdit altında bulundurmak için Galata’nın tepelerinden üçüne üç batarya top yerleştirdi. Aynı gece Galata’ya hâkim olan en yüksek tepeye kendi nezareti altında büyük bir top yerleştirdi. Sabahleyin şafak sökerken bu toptan bir gülle atmasını emretti. O güllelerin çıkardığı müthiş gürültünün bir eşini o güne kadar duymamış olan Cenevizliler şaşırıp kaldılar. Atılan gülle, çıkardığı siyah duman bulutu arasında Galata’nın üstünden geçip Haliç’e düştü. O gün akşama kadar 150 mermi atılmasına rağmen sadece iki gemi batırıldı. Aslında o mermiler gemi batırmak için değil, donanmanın Haliç’e indirilmesini kamufle etmek içindi. Böylece onların dikkatini top güllelerine çekerek 120 parça gemiyi yağlı kalaslar üzerinden kaydırarak Kasımpaşa’ya indirdi. 420 parça gemiden oluşan donanma Haliç önlerindeydi. Fakat Haliç’in girişine kalın zincirler gerilmiş olduğundan donanmanın buradan geçmesi mümkün olmuyordu. Genç hükümdar Sultan II. Mehmet Han kurmaylarına danışıyor, bu işe bir çare arıyordu. Nihayet aklından geçirdiği müthiş kararı açıkladı. Gemileri kara yoluyla Haliç’e indirecekti. Tophane’den Kasımpaşa’ya kadar kızaklar döşetti. Kayganlaşması için kızakları yağlattı. Kızaklara yerleştirilen 70 gemi askerlerin gayretleriyle denizden karaya çekilerek hazırlanan yoldan haliç’e indirildi. Bütün bu çalışmalar gece yapılıyordu. Sabahın erken saatlerinden itibaren bu gemiler, Kasımpaşa ile Ayvansaray arasında yan yana dizilerek köprü oluşturdu.

Istıranca ormanlarında getirilen kerestelerin bir kısmı kalas olarak kullanılmak üzere içi su dolu hendeklere atıldı. Bir kısım keresteler de, altı tekerlekli olan savaş kulelerinin yapımında kullanıldı. Tekerlekli kulelerin etrafındaki mazgallardan düşmana ok atılıyor, kulelerin üstünden surlara tırmanılıyordu. 7 Mayıs 1453 günü surları yıkmak için top atışları devam etmekteydi. Gün battıktan sonra çıkan ay ışığından faydalanan 3000 kadar asker, hücum merdivenleri yanlarında olduğu halde Eğrikapı Surlarından Topkapı’ya doğru olan kısmın zayıf noktalarını hedef seçerek düşmanla göğüs göğse boğuştular. 5000 kişilik kuvvetle Eğrikapı surlarına yapılan deneme hücumu sonucunda, akşam güneş battıktan sonra Eğrikapı surları civarındaki yıkılan sur duvarlarını aşmak için karanlıktan faydalanan gönüllüler yalınkılıç surlardan açılan gediklerden içeri daldılar. Eğrikapı surlarında gazilerin naralarından başka büyük topun yaptığı taciz atışları Bizans’ı korkutuyordu. 12 Mayıs 1453 günü 5000 kişilik bir kuvvet Eğrikapı’dan Edirnekapı’ya doğru uzanan surlara hücum etti. Günlerdir ağır toplarla dövülen iç ve dış sur duvarları harabeye dönmüştü. Bu arada top atışlarının gürültüsünden sinirleri bozulan, surların korunmasından sorumlu Bizanslı komutan Jüstinyani atına atlayarak şehrin merkezine kaçtı. Daha sonra Bizans Kralı tarafından bulunarak sakinleştirildi. Yenibahçe önlerinde şehri dışarıdan ayıran dış duvarın yukarı kısımları tamamen yıkılmış ve harabe haline gelmişti. Sultan II. Mehmet Han, 200.000 kişilik ordusu olmasına rağmen genel hücum yapmıyordu. Çünkü hem askerlerini yormak istemiyor hem de Bizans halkını toptan ölüme mahkûm etmek istemiyordu. 26/27 Mayıs 1453 gecesi padişahın emriyle Bizans ufuklarını gündüz gibi aydınlatan büyük ateş kümeleri yakıldı. Bu ateş manzarası şehir halkını çok korkutmuştu. Ateş kümeleri cayır cayır yanarken Fetih Ordusu askerleri marşlar okuyarak sabaha kadar Asya sahillerini çınlattı.

SON HÜCUM:

29 Mayıs 1453 Salı sabahı şafak sökerken Sultan II. Mehmet Han, Zağanos Paşa’ya son hücum tamamlama talimatını verdi. Haliçten Marmara’ya kadar Ayvansaray-Yedikule hattında toplar durmadan gülle savuruyordu. Sultan II. Mehmet Han, askerlerine: “ Allah (c.c.) size bu şehri nasip etmiştir. İleri! Ben de sizinle beraber ölmeye hazırım.” diyerek en ön safta savaşıyordu. Ulubatlı Hasan’ın İstanbul surlarının burcuna sancağı diktiğini gören askerin morali iyice yükselmişti. Genç hükümdar Sultan II. Mehmet Han, savaş alanının en yoğun çarpışmalarının olduğu yerlerine bizzat çarpışıyor, cesareti ve azmi ile askerine örnek oluyordu.

FETİH ORDUSU İSTANBUL’A GİRİYOR:

29 Mayıs 1453 Salı sabahı tekbir sesleri yeri göğü inletirken Fetih Ordusu’nun öncüleri erken saatlerde surlarda açılmış olan gediklerden şehre girmeyi başardılar. Fetih askerlerini durdurmak artık mümkün değildi. Bir yandan da göğüs göğüse çarpışmalar sürüyordu. Karaca Bey emrindeki askerlerle Eğrikapı’dan İstanbul’a girdi. Komutan İlyas Bey, Silivrikapı’da topların surlarda açtığı gediklerden birinden şehre girdi. Yedikule civarındaki İmrahor İlyas Bey Camii o kahramanın adını taşımaktadır. Fetih Ordusu’nun İstanbul’a girdiği kapılardan biri de Ahırkapı’dır. Ahırkapı civarında çok sayıda şehit verilmiştir. Yalnız 15 şehidimizin kabrinin yeri bellidir. Topçubaşı Seyyid Ağa’da Ahır Kapı civarında şehit düşmüştür Genç Türk hükümdarı 53 gün süren kuşatmadan sonra atının üstünde sevinç gözyaşları akıtarak, Allah (c.c.)’a şükrederek Fatih Sultan Mehmet Han olarak Topkapı surlarından İstanbul’a girdi. Surlarda Fetih gazilerinin okuduğu ezanlar yankılanmaya başlamıştı. Surlardan yükselen ezan seslerini duyan Fatih Sultan Mehmet Han, atından inerek alnını yere koyarak Rabbi’ne şükür secdesine kapandı. Bugün Topkapı’da Beyazıtağa Mahallesi’nde surlara yakın bir yerde bulunan ve yaptıran kişinin isminden dolayı Kıllı Yusuf Mescidi diye anılan cami, tam Fatih Sultan Mehmet Han’ın şükür secdesine kapandığı yerde yapılmıştır. Mescidin asıl adı “Harbî Mescid”dir. Şükür secdesi yaptıktan sonra tekrar atına binen hocası Ak Şemsettin Hazretleri’ni ordunun önüne geçirdi. Ordusuna, kendilerine silahla direnenlerin dışında kimseye zarar vermemeleri talimatını verdi. Teslim olan ve kendisine sığınan sivillerin inanç ve ibadetlerinde özgür olacaklarını ilan etti.

ALDIĞI ŞEHRİN HALKI TARAFINDAN ÇİÇEKLERLE KARŞILANAN HÜKÜMDAR FATİH SULTAN MEHMET:

Fatih’in, askerlerine Bizans halkının dini inanç ve ibadetlerinde özgür olacaklarını, canlarına dokunulmayacağı emrini verdiğini duyan şehir halkı ellerinde çiçeklerle onu karşılamaya çıktı. Topkapı’dan Ayasofya’ya giden yolun iki tarafına dizilmiş olan çocuklar ve genç kızlar ellerinde çiçeklerle İstanbul’un yeni fatihine tezahürat yapıyorlardı.

KRAL KONSTANTİN’İN SONU.

Fatih Sultan Mehmet Han, 19 Mayıs sabahı İstanbul’a girmeden önce ordusuna, Bizans Kralı Konstantin’i yakalarlarsa ona zarar vermemelerini emretti. Ancak Kral Konstantin, şehri fedâkarca savunmasına rağmen Türkler’in şehri ele geçirdiklerini görünce atına binip şehrin iç kısımlarına doğru koşmaya başladı. Kaçarken bir Türk süvari subayının “Dur” ihtarına uymayınca, onun kim olduğunu bilmeyen bir Türk askeri tarafından öldürüldü. Daha sonra Konstantin’in cesedi ayağındaki “kartal resimli ayakkabı”dan teşhis edildi. Konstantin’in yanlışlıkla öldürülmesine çok üzülen Fatih Sultan Mehmet Han, kralın cesedini patriğe teslim etti. Onun gerekli hürmet gösterilerek defnedilmesini emretti.

AYASOFYA ARTIK CAMİDİR:

29 MAYIS 1453 GÜNÜ İstanbul’u fetheden Fatih Sultan Mehmet, Ayasofya’nın camiye çevrilmesi ve İkindi namazının orada kılınması için talimat vermiş ve İkindi namazını cemaatle birlikte Ayasofya’da kıldı. Daha sonra Ayasofya’yı cami olarak vakfetti ve onu camilikten çıkaracakları lanetledi. Aslında bütün vakfiyelerde vakıf şartları arasında, vakıf malını bulunduğu yerden çıkaranı, değer biçeni, satanı, satın alanı, vakfedenin tayin ettiği amaç dışında kullananları lanetlemek kuralı vardır.

FETİHTEN SONRA:

Fatih Sultan Mehmet Han, 1453 yılında İstanbul’u fethettikten sonra yıllardan beri gördüğü istilalar ve siyasi çalkantılarla harap olan İstanbul’u imar etme çalışmalarına başladı. Ancak İstanbul’u yeniden yapılandırmaya çalışırken harap olmuş veya olmamış birçok Bizans eserini de muhafaza etti. Daha önceki İstanbul kuşatmalarına katılmış şehit olmuş Ebû Eyyüb el- Ensâri(r.a.) ve diğer sahabe şehitlerin kabirlerinin, yerini tespit ettirerek yerlerinde Cami, türbe, tekkeler yaptırdı. Diğer paşalar da İstanbul’a “külliye” adı verilen sosyal ve bilimsel yapılar inşa ettirdiler. İstanbul’un su ihtiyacını karşılamak için mevcut su kemerleri tamir edildi, yenileri eklendi ve su dağıtım sistemi kuruldu.

İSTANBUL’UN İLK BELEDİYE BAŞKANI KADI HIZIR BEY:

Fatih Sultan Mehmet Han, 30 Mayıs 1453 Çarşamba sabahı Kadı Hızır Bey’i İstanbul Belediye Başkanı olarak atadı. Fatih sultan Mehmet bir yandan başta Ayasofya olmak üzere birçok kiliseyi camiye çevirirken, bazılarını da Hıristiyan halkın dini vecibelerini özgürce yerine getirebilmeleri için dokunmadan bırakıyordu. Papazların ve rahiplerin de canlarını kendi garantisi altına almıştı. Artı Türk ve İslam şehri olan İstanbu,l onu fetheden Osmanlı Padişahı Fatih Sultan Mehmet’in şanına yakışır bir şekilde adaletle yönetilmeye başlandı.

İSTANBUL’UN FETHİ İLE ORTAÇAĞ KAPANMIŞ YENİÇAĞ AÇILMIŞTI.

İstanbul’u fethederek yeni bir çağ açan muzaffer Türk komutanı Sultan II. Mehmet Han, hak ettiği Fatih unvanını alarak dünya tarihine adını hem büyük bir komutan hem büyük bir siyaset adamı hem de bir dâhi olarak altın harflerle yazdırmış oldu.

FATİH SULTAN MEHMET’İN FETİH ORDUSUNDAN ŞEHİT OLANLAR:

Sultan II. Mehmet Han tarafından fethedilmesi bir çağı kapatıp yeni bir çağı açmış olan İstanbul, 30.000 şehidin kanı pahasına fethedilerek Türk ve İslam toprağı şeklinde bizlere armağan edilmiştir. Fetih şehitlerinin büyük bir çoğunluğu sur diplerinde toplu bir şekilde defnedilmiş meçhul kahramanlar olarak tarihe geçmişlerdir. İstanbul’a her taraftan ve çeşitli kapılardan giren Fetih ordusunun askerlerinden bazıları surların dış kısmında şehit düşmüşlerdir.

TOP DÖKÜMCÜSÜ AHMET USTA:

Surların dışında şehit düşmüştür. Kuşatma sırasında ilk şehit düşenlerdendir. Kabri, Yedikule kapısı yanındadır.

MEHMET DEDE:

İstanbul’a ilk giriş sırasında karşılaşılan direnişte şehit düşmüştür. Fetihten sonra şehir içinde ölenler, İstanbul’u kanları pahasına aldıkları için halk tarafından, “baba”, “dede”, “veli” gibi lakaplarla anılarak adları günümüze kadar ulaşmıştır. Şehre girerken çok zorluk çeken fetih ordusu askerleri kurban vere vere ilerlemişlerdi. Şehit düşenlerin üzerinden geçiliyordu.

BEŞKARDEŞLER ŞEHİTLİĞİ, YEDİ EMİRLER ŞEHİTLİĞİ, ONSEKİZ SEKBANLAR ŞEHİTLİĞİ:

Şehir içinde şehit düşenler tek tek veya toplu halde defnedilmişlerdi.

Bahçe ve sokaklarda şehit düşenler toplu olarak gömülmüştü. Bunların bir kısmı, Unkapanı- Fatih arasında, bir kısmı Zeyrek Camii çevresindedir. Cankurtaran çevresinde 41 adet şehitlik vardır. Bu şehitlerin kabirleri evlerin, bahçe ve sokakların aralarında kalmıştır.

TOPÇUBAŞI SEYYİD HASAN AĞA:

Ahırkapı-Cankurtaran civarında şehit düşenlerden biridir. Türbesi, Ahırkapı Caddesi’nde fabrikanın karşısındaki konağın merdiveninin başında idi. 1923 yılında yanmıştır.

SANCAKTAR ÖMER BEY:

İstanbul’un fethi sırasında surlara çıkmayı başaran Sancaktar Ömer Bey’in üzerine 30 kadar Bizans askeri hücum etmişti. Ömer Bey, Bizans askerleri ile boğuş urken, içlerinden biri ani bir kılıç darbesi ile Ömer Bey’i şehit etti. Ömer Bey’in yardımına koşan bir kahraman, onu şehit eden Bizans askerini öldürdü.

ALEMDAR DEDE:

Fatih Sultan Mehmet’in sancaktarlarındandır. İlk öncü birliklerin komutanlarından biridir. Sur dibinde şehit düşmüştür. Kabri Mevlanakapı’dadır.

ABDÜLKERİM EFENDİ:

Fatih Sultan Mehmet’in kiler kâtibidir. Kabri Edirnekapı Mezarlığı’ndadır.

BEBEK AĞA:

İstanbul’un fetih gazilerindendir. Kuşatma sırasında Rumelihisarı ve çevresini korumakla görevli komutandı. Görevi başında fenalaşarak vefat etmiştir. Boğaziçi’ndeki Bebek semti, adını bu komutandan almıştır.

BEŞİR GÂZÎ:

Büyük mücahit Seyyid Battal Gâzî’nin soyundandır. Sur dibinde şehit düşmüştür. Kabri, Tekfur Sarayı’nın alt tarafında ve duvara bitişiktir.

BEŞ ŞEHİT KARDEŞ:

Fetih ordusuna mensup beş şehit kardeş, Edirnekapı’dan şehre ilk giren kahramanlar arasındadır. Bizans askerleri ile sokak çatışması yapa yapa yaralı bir halde Karagümrük civarına kadar gelmişler, Fevzi Paşa Caddesi ile Nurettin Cerrahi Tekkesi Sokağı’nın kesiştiği yerde şehit düşmüşler ve oraya gömülmüşlerdir.

CEBE ALİ ÇELEBİ:

Bursa subaşıdır. Cibali kapısından İstanbul’a ilk giren askerlerin komutanıdır. Şehre giriş yaptığı kapıya onun adı verilmiştir. Cibali kapısından şehre girerken ağır yaralanmış, savaşarak biraz ilerlemiş ise de kan kaybından şehit düşmüştür. Kabri Cibali kapısına yakındır.

ELEKLİ DEDE:

Asıl adı Muslihiddin olan Elekli Dede, Fatih Sultan Mehmet’in alemdarlarındandır. Silivrikapı Surları dışında şehit düşmüştür. Silivrikapı surları dışında isimleri bilinmeyen birçok şehit medfundur.

ENSAR DEDE:

Anadolu’dan gelip fetih ordusuna katılmıştır. İstanbul kuşatması sırasında şehit düşen Ensar Dede’nin kabrinin yeri tespit edilememiştir.

ESKİCİ BABA:

İstanbul kuşatması sırasında Ayakapı’da şehit düşmüştür.

HOCA SİNAN EFENDİ:

İstanbul’un fethine katılan ve şehit düşen Hoca Sinan Efendi’nin kabri, Tahtakale’nin alt tarafındaki Ağızlıkçı Sokağı’ndadır.

KASAPBAŞI TEMUR HAN:

Fatih Sultan Mehmet’in kasapbaşılarındandır.

KIRK ŞEHİTLER.

Sokak çarpışmalarında savaşa savaşa yaralı bir halde Fatih-Yayla muhitine kadar gelmeyi başaran 40 asker, burada şehit düşmüştür. Fatih’teki Kambur Mustafa Paşa Camii’nin altındaki Bizans sarnıcı eski kayıtlarda Kırk Şehitler Sarnıcı olarak geçmektedir.

MEHMET BABA:

İstanbul kuşatmasında fakir sûfiler grubunun başkanı idi. Ayakapı surları dibinde şehit düşmüştür. Kabri, surların iç kısmındadır.

SEFER DEDE:

İstanbul kuşatması sırasında Ayakapı’da şehit düşmüştür. Kabri şehit düştüğü yerdedir. Eskici Baba ile yan yanadır.

SEKBANBAŞI SEYYİT MEHMET:

İstanbul kuşatması sırasında Ayakapı’da şehit düşmüştür. Kabri, Ayakapı yakınlarındadır.

ULUBATLI HASAN VE ARKADAŞLARI:

Sur üstünde şehit olmuşlardır. Fetih sabahı surlara çıkmayı ilk başaran Ulubatlı Hasan ile 17 arkadaşı, sancağı surlara dikmiş ve aynı anda bütün oklara hedef olarak surların üstünde şehit düşmüştür. Sur dibine topluca defnedilmişlerdir. Kabirlerinin yeri belirli değildir.

BALTALI BABA:

Ulubatlı Hasan’ın silah arkadaşıdır. Baltalı Baba, Fetih günü Yenibahçe Surları cihetinden şehre giren askerlerin arasındaydı. Yaralı bir şekilde ancak Tatlıpınar su kaynağına kadar ulaşabilmiştir. Kabri, Tatlıpınar Caddesi’nde eski bir binanın bahçesindedir.

YAZICI ALİ BABA:

Fatih Sultan Mehmet’in komutanlarındandır. Fenerkapı’dan şehre giren Ali Baba, savaşarak Fethiye civarına kadar gelmiş, orada şehit düşmüştür. Kabri, şehit düştüğü yerde bulunan iki katlı bir evin altındadır.

YEDİ ŞEHİTLER:

Kabirleri, Tahtakale’den Yağkapanı’na doğru inerken Sepetçiler tarafında bir bahçe içindedir. Fetih günü sokak çarpışmalarında yaralanan ve kan kaybından şehit düşen askerler, oldukları yerde kanlı elbiseleri ile toplu olarak defnedilmişler, ancak isimleri meçhul kalmıştır.

YUSUF DEDE

Yedikule Surları dışında şehit düşen fetih gününün mutlu askerlerindendir.

İNCİRLİ BABA

Fatih Sultan Mehmet’in sekbanbaşılarındandır. Fetih günü Cibali kapısından şehre girmiş, çarpışarak Çırçır’a kadar gelmiş, burada kan kaybından şehit düşmüştür. Şehit düştüğü yerde defnedilmiştir. Kabrinin başucunda bir incir ağacı bulunduğu için kendisine İncirli Baba denmiştir.

SEKBANBAŞI ABDURRAHMAN AĞA:

Fatih Sultan Mehmet’in komutanlarından Sekbanbaşı Abdurrahman Ağa, askerleri ile birlikte Ayakapı’dan şehre girerken sur dibinde şehit düşmüş ve orada defnedilmiştir. Türbesi giriş kapısının yanındadır.

SEKBANBAŞI ABDÜLKADİR DEDE:

İstanbul’un fethi sırasında şehit düşmüştür. Kabri Çırçır-Sinanağa mahallesi’nde İbadethane Sokağı’ndadır.

AHIRKAPI ŞEHİTLERİ:

Ahırkapı şehitleri hakkındaki bilgiyi Ord. Prof. Dr. A. Süheyl Ünver’den almaktayız. A. Süheyl Ünver, bazı kayıtlarında; Cankurtaran civarında 41 Fetih şehidinin bulunduğunu oranın halkından öğrendiğini, 17 şehidin gömülü olduğu mahalli 1952 yılındaki gezisinde bulduğunu, bir kısmının evlerin bahçeleri içinde kaldığını,4 tanesinin kabrinin ortadan kaldırıldığını, ancak o kabirleri kaldıranların iflah olmayıp başlarına felaketler gelmek sureti ile öldüklerini bildirmektedir. Ahırkapı şehitlerinin isimleri bilinmemektedir.

FETİH GAZİLERİ:

MOLLA AK ŞEMSETTİN (-1459):

Fatih Sultan Mehmet Han’ın hocasıdır. İstanbul kuşatmasına katılmıştır. Fethin başından sonuna kadar Fatih’i desteklemiş yanından ayrılmamıştır. Yalnız din adamı değil aynı zamanda bir bilim adamıdır. “Maddetü’l-hayat” adlı eserinde, insan vücudunda bulunan, gözle görülmeyen ancak hastalık yapan maddeler olduğunu yazarak bilim dünyasında ilk defa mikropların varlığından bahsetmiştir. Ebû Eyyüb el-Ensârî (r.a.)’nin kabrini yerini keşfetmiştir. Akşemsettin Mescidi’ni yaptırmıştır. Türbesi Göynük’tedir.

MOLLA HÜSREV (-1480):

Fatih Sultan Mehmet Han’ın hocasıdır. İstanbul kuşatmasına katılmıştır. Asırlarca Osmanlı Medreselerinde ders kitabı olarak okutulan “Dureru’l-hukkâm fî şerhi Gureri’l-ahkâm” isimli fıkıh kitabının yazarıdır. Aynı zamanda hayır sahibi olan büyük bir bilim adamıdır. Türbesi Bursa’dadır.

MOLLA GÜRÂNÎ (-1497):

Fatih’ın Hocasıdır. İstanbul kuşatmasına katılmıştır. Galata’da bir kiliseyi camiye çevirmiş, Fındıkzade’de bir mescit yaptırmıştır. Kabri bu caminin haziresinde Molla Gürani Hazretleri’nin kabri, İstanbul sur içinde Millet Caddesi üzerinde, Fındıkzade otobüs duraklarının hemen arkasındaki Karamani Piri Mehmed Paşa Camii’yle karşı karşıyadır.

ZAĞNOS MEHMET PAŞA:

Fetih Ordusu’nun komutanıdır. Kuşatmaların kaldırılması fikrine karşı çıkmış ve her zaman Fatih’i desteklemiştir. Fetih sabahı Kasımpaşa’dan Fenerkapı’ya kadar gemileri yan yana dizerek köprü oluşturmuş ve emrindeki askerlerle birlikten şehre bu köprü vasıtasıyla Fenerkapı’dan girmiştir. İstanbul’dan sonra Trabzon’un fethinde (1461) de orduyu komuta etmiştir. Kabri Balıkesir’dedir.

AHİ ÇELEBİ (-1524):

Başhekimdir. Fatih Sultan Mehmet’in hastalığı sırasında yapılan perhiz yemeklerini denetlemek üzere mutfak emini tayin edilmiştir. İstanbul’da ve Edirne’de birçok hayır eseri bırakmıştır. Hac dönüşü Mısır’da hastalanmış, İmam Şafiî Hazretleri’nin yanına defnedilmiştir.

AKBABA MEHMET EFENDİ:

Fatih gazilerindendir. Fındıkzade’de bir cami yaptırmıştır. Beykoz’un bir köyüne büyük hizmetler yaptığı için o köyün ismi Akbaba Köyü olmuştur.

ANADOLU BEYLERBEYİ MUSTAFA PAŞA:

12 Mayıs 1453 günü Fatih Sultan Mehmet’in emriyle 5.000 kişilik askeri ile Eğrikapı surlarına hücum etmiş ve surlarda açılan gediklerden içeri girmeyi başarmıştır.

DİĞER FETİH GAZİLERİ:

AHMET KETHÜDA

HACI BAYRAM KAFTÂNÎ

ALİ FAKİH

ABDÜLVEDUD DEDE

MOLLA LÜTFULLAH EFENDİ

AKBIYIK

AKÇAYLI MEHMET BEY

ALEMDAR HASAN BABA

ALİ BABA

ALİ ÇAVUŞ

ALİ TÛSÎ

AZEB BABA:

Kabri 1942 yılında yol yapımı gerekçesiyle bilinmeyen bir yere nakledilmiştir.

BAKLALI KEMALETTİN

BÂLÂ SÜLEYMAN AĞA

BALABAN AĞA

BALTAOĞLU SÜLEYMAN PAŞA

BAYEZİT AĞA

BIÇAKÇI HAYRETTİN

CAFER SUBAŞI AĞA

CAMBAZ MUSTAFA AĞA

CEBECİBAŞI İSHAK VELİ

ÜSKÜBÎ ÇAKIR AĞA

ÇIKRIKÇI KEMALETTİN EFENDİ

ÇOBAN DEDE

DAYI KARACA BEY

DAVUT PAŞA

DEBBAĞ YUNUS

DEFTERDAR AHMET ÇELEBİ

NECCAR MEHMET EFENDİ

MUSTAFA ÇELEBİ

ŞEYH EBU’L-VEFÂ

EFDALZÂDE

HAMZA PAŞA

HOCA HAYRETTİN EFENDİ

MUHİDDİN ÇELEBİ

ELVAN ÇELEBİ

SEKBANBAŞI FERHAT AĞA

FETHİ ÇELEBİ

FİRUZ AĞA

GEDİK AHMET PAŞA

HACI TİMUR AĞA

HAMMAL DEDE

PAŞMAKÇIZÂDE HÜSAMETTİN TOKADÎ

MUHİTTİN KOCAVÎ

KOCA MUSTAFA PAŞA

KASAPBAŞI İLYAS EFENDİ

HOCA KASIM GÜNANİ

YUSUF ŞUCÂETTİN EFENDİ

PİRİNÇÇİBAŞI SİNAN

TOPÇUBAŞI İLYAS AĞA

İMRAHOR İLYAS BEY

İNEBEY

MECDUDDİN SARUHANÎ

MEHMET MECDUDDİN

MUSTAFA ÇAVUŞ

MUHTESİP İSKENDER AĞA

KADI MUSLİHİDDİN MUSTAFA EFENDİ

KARA ŞEMSETTİN

KASAPBAŞI TEMÜR HAN

SANCAKTAR HACI İSA

KASIM ÇELEBİ

KAZANCIBAŞI SAADETTİN MEHMET EFENDİ

KEMÂL-İ EVVEL HÂFIZ EFENDİ

SEKBANBAŞI KASIM AĞA

KEMALETTİN AKSEKİ

KESKİN DEDE

KİREMİTÇİBAŞI PİR MEHMET EFENDİ

KORUCU MAHMUT AĞA

KÜÇÜK AHMET AĞA

KILLI YUSUF AĞA

UZUN YUSUF

MANİSALI MEHMET PAŞA

MEHMET DEDE EFENDİ

MOLLA AŞKÎ MEHMET EFENDİ

SEYYİT MEHMET EFENDİ

MİRZA BABA

NİZAMETTİN EFENDİ

SARI BAYEZİT

SARI MUSA

SANCAKTAR HAYRETTİN EFENDİ

SEKBANBAŞI HÜSEYİN AĞA

SEKBANBAŞI İBRAHİM AĞA

SEKBANBAŞI MİMAR AYAS AĞA

SEKBANBAŞI YAKUP AĞA

SEYYİT ALİ HALİFE

SİNAN AĞA

SİNAN ATİK

SUHTE SİNAN EFENDİ

SİVRİKOZ MEMHMET EFENDİ

SUBAŞI ABDİ EFENDİ

ŞEYH MUHAMMET GEYLANİ

ŞEYH YAKUP BUHARİ

ŞEYH ALİ HAYDARİ

TOZKOPARAN DEDE

TEK GÖZLÜ MEHMET EFENDİ

TOKLU İBRAHİM DEDE

TOPÇUBAŞI ESAT AĞA

ŞEYH SÜLEYMAN EFENDİ

MOLLA ZEYREK MEHMET EFENDİ

YEDİ EMİRLER

GAZİ EVRENOS DEDE

OKÇU BABA

KADI HIDIR BEY

ARPACI HAYRETTİN

SARI NASUH

AVCIBAŞI MEHMET BEY

TEZVEREN DEDE

İstanbul’un fethi, Fatih Sultan Mehmet Han, İstanbul’da mevcut sahabe, fetih şehitleri ve fetih gazilerinin kabir ve türbelerinin bulundukları yerler, Fetihten sonraki İstanbul hakkında ayrıntılı bilgiler bu yazıyı hazırlarken faydalandığım kaynaklarda mevcuttur.

BOĞAZİÇİ SARKISI

Makam: Hicâz
Usûl : Düyek
Beste: Prof. Dr. Alâeddin Yavaşça
Güfte: Prof. Dr. Alâeddin Yavaşça

Boğaziçi, şen gönüller yatağı
Her bucağı âşıkların otağı,
Yamaçları sanki cennetin bağı,
Mehtâbı hoş, güneşi hoş, günü hoş
Boğaziçi herkesi eder sarhoş

Pırıltılar oynaşırken sularda
Ötüşürler martılar kuytularda
Tarabya’da, Bebek’te, Üsküdar’da
Mehtâbı hoş, güneşi hoş, günü hoş
Boğaziçi herkesi eder sarhoş

Gönüllerin kaynaştığı beldesin
Lâledesin, sümbüldesin, güldesin
Rûha dolan aşkınla bestemdesin
Mehtâbı hoş, güneşi hoş, günü hoş
Boğaziçi herkesi eder sarhoş

KAYNAKLAR:

Ömer Mustafa DÖNMEZ, (Çağ Açan Hükümdar) Fatih Sultan Mehmet Geliyor, İstanbul, 2008

Ömer Mustafa DÖ NMEZ, İstanbul’u Aydınlatan Nurlu Kandiller Peygamber ve Sahabe Kabirleri, Makamları, Fetih Şehitleri ve Gazileri, Fatih’in kurduğu Mahalleler, İstanbul, 2010

DİA, 23/205-212, Işın DEMİRKENT, “İstanbul”

HAZIRLAYAN: Başak Ayçin BÜYÜKKURT



[1] - DİA, İstanbul, 1994, 10/124, stn:2

[2] - DİA, İstanbul, 1994, 10/124, stn:2

[3] - Cennet