Powered By Blogger

Merhaba!

Başağın Huzur Köşesi'ne hoşgeldiniz. Dileğim, bloğumu bütün izleyenlerin, sayfalarımda huzur bulmasıdır.
Henüz yapım aşamasında olan bloğumda, ilerleyen zamanla birlikte, sizi gün boyu yaşadığınız streslerden uzaklaştıracak, aynı zamanda faydalı bilgiler kazanacağınızı umduğumbir dünyanın kapısı aralanacak.
Hep birlikte, kimi zaman gül bahçelerinde gezine ceğiz, kimi zaman, gurubu seyredeceğiz dalgaların beyaz köpük lerden güller saçtığı sahillerde...
Kimi zaman, türk şiirinin üstad larının mısralarına tutunarak, İstanbul'un ihtişamını bir başka tepeden seyredeceğiz, yorulduğumuzda Faruk Nafiz'in "Hanı"n da konaklayarak duvarlardaki yazıları şişesi is bağlamış bir lambanın ışığında okuyacağız.
Kimi zaman, bir ebru teknesinin üzerine eğilerek rengârenk hayallerimizi seyre dalacağız.
Bir kaç yüzyıllık bir yazma kitabın sayfalarına nakşedilmiş altınlar, kuyumcu vitrininde gördüklerimizden çok kamaştıracak gözlerimizi...
Minyatürlerin zaman tünelinden geçerek "Alice" gibi farklı bir dünyaya adım atacağız. Eski, yeni bir sürü kitabı yeniden keşfedeceğiz birlikte...
Hazret-i Muhammed (s.a.v.)'in hadisi şeriflerini okuyarak şerefleneceğiz, Mevlana'nın özlü sözleriyle tefekküre dalacağız, Yunus Emre'nin mısralarıyla bir kere daha öğreneceğiz dünyaya kavga için değil, sevgi için gel diğimizi...
Kimi zaman örgü örecek, dikiş dikeceğiz. Sevgiler!
































21 Kasım 2012 Çarşamba

ŞEHİR YAZILARI: TRABZON BÜYÜR GÖZBEBEKLERİMDE

ŞEHİR YAZILARI: TRABZON BÜYÜR GÖZBEBEKLERİMDE: M.NİHAT MALKOÇ Cihan padişahı Kanunî Sultan Süleyman’ın doğduğu, yedi yaşına kadar yaşadığı, babası Yavuz Sultan Selim’in 22 yıl valilik ...

20 Kasım 2012 Salı

40 YIL ÖNCE ELEKTRİKLER KESİLDİĞİNDE

Arkada teyzem, önde soldan sağa: Ben, anneannem ve Feriha



            40 YIL ÖNCE ELEKTRİKLER KESİLDİĞİNDE

Televizyonun resmini yabancı dergilerin yerli adaptasyonlarında görüyorduk. Bilgisayarın varlığından bile haberimiz yoktu. Bir radyo vardı dinlediğimiz... Trabzon Radyosu yayın hayatına yeni geçmişti. Ancak Trabzon'da şehir elektriği en şiddetsiz fırtınada bile kesilirdi 60'lı yıllarda... Uzun kış gecelerinde radyo da dinleyemezsin. Pilli radyodan mı dinleseydik? Yoktu ki o zamanlar. Olsaydı yeni çıkan her elektronik eşyayı herkesten önce alıp eve getiren babam onu da mutlaka alırdı. Her neyse... Mevsim kış, şehir desen Trabzon; Yani hemen hava kararıyor, arkası gaz lambası ışığında geçirilecek uzun bir gece... Ödevlerimizi gaz lambası ışığında yapıyoruz, o da yetmiyor annem bir mum yakarak önümüze koyuyor. Zar zor ödevleri bitiriyoruz. Arkası uyku. Peki ya cumartesi geceleri? Ertesi gün tatil… O gece anne ve babalarımızla biraz daha vakit geçirmek hakkımız. Aksi gibi elektrik de kesildi. Radyo dinleyemezsin, gazete, kitap okuyamazsın. Bir gaz lambasının ışığı hangimize yetsin? İşte o zaman türlü ev aktiviteleri devreye giriyor. "İsim-şehir oynamak" da bu aktivitelerden biri. Hemen geçen yıldan kalma defterlerimizden birer sayfa koparıyoruz. Her ne kadar gaz lambası ve mum ışığında da olsa siyah kurşun kalemle yazılan yazılar beyaz kağıtta rahatlıkla okunuyor. Ferim'le oynayacağız. Fakat iki kişiyle tadı çıkmıyor. Hemen anneme yalvarıyoruz. Bizi kıramayan annem bize katılıyor. Babamı da çağırıyoruz. Her zamanki ağırlığıyla teklifimizi nazikçe geri çeviriyor. Annemi kadroya almak bize yetmiyor, teyzemden rica ediyoruz o da katılıyor, zaman zaman eniştemi de aramıza alıyoruz. Onun ve annemin bilgisi bizden çok. Biraz haksız rekabet gibi görünse de arada bir bizi motive etmek için bildikleri isimleri bilmemiş gibi yazmıyorlar. Oyun tam hararetlenmişken elektrikler geliveriyor. Eniştem hemen elektrikler kesilmeden önce okumakta olduğu gazetesini eline alırken annem, babamın yanına dönüyor. Kaldık mı yine Feri ile ikimiz. En keyifli isim-şehirleri ise Gülçin yengemler bize geldiğinde oynardık. Birten, Erdinç, Feriha  ve ben ... Tam dört çocuğuz. Bir de Kadir var, amcamın en küçük oğlu. O henüz okula gitmiyor. Oyuna katılmış gibi olsun diye onun eline de kağıt-kalem veriyoruz, biz yazarken o da bir şeyler karalıyor. Onlarla birlikte isim-şehir oynamak için elektriğin kesilmesine ihtiyaç yok. Ne zaman başka oyunlar oynarken kikirdesek ve gürültü çıkardık diye büyüklerimizden uyarı alsak hemen isim-şehir oynamaya oturuyoruz. Ne de olsa düşünerek oynanan bir oyun. O da yetmezse "Tıp" oynuyorduk, bizi susturmak isteyen büyüklerimize tavır olsun diye.
Elektriksiz gecelerin aktivitesi yalnız isim-şehir oynamak değildi.  Çeşitli gölge oyunları oynardık, gaz lambasının ışığının duvarda devleştirdiği gölgelerle…  Bu iş için en çok parmaklarımızı kullanırdık. İncecik çocuk kolumuzu az bükünce yılan oluverirdi duvarda, minicik yumruğumuz da yılanın başı... Parmaklarımızla kurt, tavşan, gagası kıvrık kartal gölgesi yapardık duvarlara… Her yeni buluğumuz figürü övüne övüne gösterirdik büyüklerimize.
Gölge oyunundan sıkıldığımızda henüz uyumamış olan anneannemin başına ekşirdik: “Hadi bize masal anlat.” diye. Bir-iki nazlanan anneannem “Bir varmış, bir yokmuş, deve tellel iken, pire berber iken, ben babamın beşiğini tıgır mıngır sallar iken…” diye başlardı masala… Başlardı da arkasını getiremezdi bir türlü: “Hangisini anlatayım?”  diyerek bize seçme şansı tanırdı. Sanki o uzun ve elektriksiz gecede bildiği bütün masalları anlattırmadan onu bırakacakmışız gibi… “Keloğlan”la başlardı masallar dizisi. Ardından “Kahveci Güzeli”, “Maymûne”, “Kirazoğlu”, ormanda birlikte kaybolan “Pirinç ve Turunç” kardeşlerin masalı. O masalı dinlerken kendimi Pirinç, ağabeyimi de Turunç’un yerine koyardım. Ağabeyimin adı Ertunç’tu ama annem ona her zaman “Turunç” diye hitap ederdi. O masaldan aklımda yalnız şu tekerleme kalmış:
“Turunç”
“Lebbeyk pirinç”
“Tut Pirinç Hanım’ın elinden”
“Düşmesin incili nalinden”

İncili nalin! Nalinin ne olduğunu biliyordum. Zira tokyo giymenin henüz yaygınlaşmadığı 60’lı yıllarda, tuvalette, banyoda, çarşı hamamında, evlerin avlu ve bahçelerinde nalin giyilirdi. Gerçi biz kendi aramızda ona “takunya” derdik ama anneannem, takunyanın kibar adının nalin olduğunu bana öğretmişti. Hatta “nalın” değil “nalin” derdi. Nalini biliyordum ama ya incilisi? İncili nalin nasıl bir şeydi acaba? Hayatımda hiç inci görmemiştim. Yine de Hac’dan dönen bir ahbabının anneanneme getirdiği tespihin boncuklarına benzediğini biliyordum.
Hayat Mecmualarında tuvaletli boy boy fotoğraflarını gördüğüm Kraliçe Elizabeth ve Prenses Süreyya’nın boynundaki kolyelerden de az- buçuk tanıyordum inciyi…
Ancak yuvarlak boncuk olan inciler, nalinlerin üzerinde kopup düşmeden nasıl durabilirlerdi? Neyle yapıştırılıyorlardı ki düşmüyorlardı? Düşünüyor, düşünüyor sonunda buluyordum. Gülçin yengemin gümüşlü nalinleri vardı. Gümüş işlemeli hamam tası ile birlikte evindeki ceviz büfenin camlı gözünde dururdu. Onlara hiç elimi sürmemiştim. Ancak her gidişimde burnumu büfenin camına yapıştırırcasına gümüşlü nalinleri incelerdim. İncili nalin de onun gibi bir şey olmalıydı. Bu masalın kahramanı olarak incili nalinlerle ormanda gezindiğimi hayal ederdim.
Anneannem masalın bir yerinde nefes almak için durakladığında, artık ezbere bildiğimiz masala devam etmeye kalkınca anneannem: “Dinlemeyecekseniz anlatmayacağım.”  diye bizi tehdit yollu uyarırdı. Üçüncü masaldan sonra zavallı yaşlı anneanneciğim yorulur: “Masal da burada bitmiş.” diyerek masallar dizisinin sonunu bağlamaya kalkınca itirazlar yükselirdi. Fakat anneannem:
“Yeter artık yoruldum.” diyerek olaya son noktayı koyardı.
Biz durur muyuz? İkimiz birden:
“Anneanne! Anneanne! Bize bilmece sor!” diye yapışırdık.
Anneannem:
“Yoruldum. Bilmece filan soramam.” derdi kararlı bir tavırla.  
Yine başına tebellâş olurduk:
 “Öyleyse biz sana soralım.”
O ana kadar bizi çaktırmadan izleyen annem:
“Anneannenizi rahat bırakın. Bana sorun.”
Bir Feriha sorardı, bir ben… Annem ikisini de bilirdi. İkimiz birden anneme:
“Cevapları nereden biliyorsun? “ diye sorar, anneannemin işaretle gizlice anneme tüyo verdiğini sanırdık. Annemi de anneannemin yetiştirdiği, onun da aynı masal ve bilmecelerle büyümüş olduğu çocuk aklımıza gelmezdi. Annemi kendimiz gibi çocuk olarak düşünemezdik ki!
Sonunda bilmece sorma sırası anneme gelirdi; Aha da ranzaaa! Annem bir bilmece sorardı ki bil bilebilirsen. Peki ama biz bu bilmeceyi anneannemden hiç duymamıştık. Annemden ipucu isterdik. Annem öyle ipuçları verirdi ki bilmeceden daha çetrefilli… Teyzem, anneannemin arkasına saklanmış odanın alacakaranlığından da faydalanarak işaretlerle bize tüyo vermeye çalışırdı. Aksi gibi işaretten-işmardan da hiç anlamam. Allah’tan Feriha, annesinin işaret diline aşina olduğu için teyzemin ne anlatmak istediğini kestirir ve doğru cevabı bulurdu. Annem ise teyzemin bize yardım etmesini görmezden gelirdi. Sonra teyzem bir bilmece sorardı ki, tam bir zeka testi…
Büyükler bizimle oynamaktan bıkınca bizim için oyalanacak bir tek şey kalırdı. Yana yana eriyen mumun kenarındaki sızıntıları alarak sıcak sıcak şekil vermek.  En çok da mumdan tırnak yapardık kendimize. Tırnak uzatmamız yasak olduğu için midir nedir, Saklambaç Gazetesi’nin, Hayat ve Ses Mecmualarının sayfalarında gördüğümüz kadın artistlerin uzun ve manikürlü tırnaklarına özenirdik. Mumdan takma tırnakları, tırnaklarımızın üzerine sıcak sıcak tuttururduk. Fakat on parmağımızdan daha beşinin bile tırnağını tamamlamadan tırnaklarımızın üzerindeki mum soğur, tırnaklarımız patır patır düşerdi. O karanlıkta nereye düştüğünü bul bulabilirsen. Bu son aktivite de bittiğinde hala elektrik gelmemişse bize artık gidip uyumaktan başka yapacak bir şey kalmazdı. Ertesi sabah aydınlığa uyandığımızda ise bizi masanın üzerine yayılıp erimiş mumlar ve yerlere saçılmış, eğri büğrü mum tırnaklar karşılardı.

Başak Ayçin Büyükkurt / Dönmez
Her hakkı yazarına aittir.