Powered By Blogger

Merhaba!

Başağın Huzur Köşesi'ne hoşgeldiniz. Dileğim, bloğumu bütün izleyenlerin, sayfalarımda huzur bulmasıdır.
Henüz yapım aşamasında olan bloğumda, ilerleyen zamanla birlikte, sizi gün boyu yaşadığınız streslerden uzaklaştıracak, aynı zamanda faydalı bilgiler kazanacağınızı umduğumbir dünyanın kapısı aralanacak.
Hep birlikte, kimi zaman gül bahçelerinde gezine ceğiz, kimi zaman, gurubu seyredeceğiz dalgaların beyaz köpük lerden güller saçtığı sahillerde...
Kimi zaman, türk şiirinin üstad larının mısralarına tutunarak, İstanbul'un ihtişamını bir başka tepeden seyredeceğiz, yorulduğumuzda Faruk Nafiz'in "Hanı"n da konaklayarak duvarlardaki yazıları şişesi is bağlamış bir lambanın ışığında okuyacağız.
Kimi zaman, bir ebru teknesinin üzerine eğilerek rengârenk hayallerimizi seyre dalacağız.
Bir kaç yüzyıllık bir yazma kitabın sayfalarına nakşedilmiş altınlar, kuyumcu vitrininde gördüklerimizden çok kamaştıracak gözlerimizi...
Minyatürlerin zaman tünelinden geçerek "Alice" gibi farklı bir dünyaya adım atacağız. Eski, yeni bir sürü kitabı yeniden keşfedeceğiz birlikte...
Hazret-i Muhammed (s.a.v.)'in hadisi şeriflerini okuyarak şerefleneceğiz, Mevlana'nın özlü sözleriyle tefekküre dalacağız, Yunus Emre'nin mısralarıyla bir kere daha öğreneceğiz dünyaya kavga için değil, sevgi için gel diğimizi...
Kimi zaman örgü örecek, dikiş dikeceğiz. Sevgiler!
































DENİZ KOKAN ŞEHİR TRABZON

Taşbaşı'ndan  Trabzon Limanı'nın görünüşü


ESKİ TRABZON'DAN KÜÇÜK KÜÇÜK HATIRALAR
DENİZ MANZARALI TEPE
Trabzon, Doğu Karadeniz Bölgesi’nde, Karadeniz’in kıyısında, engebeli bir arazi üzerine kurulmuş, yeşille mavinin sarmaş dolaş olduğu birşehirdir. Bundan dolayı sokakları dar, eğri-büğrü, inişli-yokuşludur. Bazılarıda çıkmaz sokaktır. 60’lı yıllarda büyük caddeler hariç bütün sokaklar paket taş döşeliydi
Kemerkaya Mahallesi’ndeki evimizin sokağı, Trabzon sahilinin en güzel koyu olan Ganita’ya kuşbakışı bakan, deniz manzaralı bir tepenin en uç noktasında sona eriyordu.
Bu tepenin sağ tarafında, seki gibi kademe kademe sahile inen dar ve çok dik bir yol vardı. Kayaların aşınarak doğal bir merdiven halini almış olduğu bu dik yokuşun sağındaki küçücük evler, sanki dokunsan düşecekmiş gibi duruyorlardı. Çok sarp olan sol tarafta ev yoktu.
Güzel havalarda öğlenden sonraları mahallenin kadınları bu tepede toplanırlar, bir yandan sohbet ederken bir yandan da elişi yaparlardı.
Tepenin çevresinde, önceleri hiç bir korkuluk yoktu. Bir çocuğun buradan düştüğünü anlattıklarını hayal meyal hatırlıyorum.
Bir ara bu güzel manzaralı tepede bir çay bahçesi açılmıştı.Çay bahçesinin işletmecisi, uçurumun etrafını tel örgülerle çevirmişti. Düz bir alana masalar, sandalyeler dizilmişti. Ağaçlara hoparlörler takılmış, renkli ampuller asılmıştı. Öğlenden sonraları hoparlörlerden çoğu zaman Zeki Müren’in sesinden;“İçin İçin Yanıyor Bu Gönlüm”, “Ayşem”, “Yıldızların Altında”, “Akasyalar Açarken” gibi günün moda şarkılarının tatlı nağmeleri yayılırdı. Geceleri ise ağaçlara asılmış renk renk ampullerinışığı ile çay bahçesi büyüleyici bir güzelliğe bürünürdü.
Fakat mahalle sakinleri, iki adım ötedeki evlerinden sıcak çaylarını getirerek bedava içmek varken, çay bahçesinin kapkara çaylarınıparayla içmeye hiçbir zaman yanaşmadığı için, tepedeki çay bahçesi kısa zamanda kapandı.
AKASYALI SOKAKLAR
Yaşı yetmişe yaklaştığı için, beli bükülmeye, sırtıeğikleşmeye başlamış olan anneannemle Trabzon’un sokaklarında gezerken en çok, evlerin bahçelerinin yüksek taş duvarlarından sokağa sarkan akasya ağaçlarınıseverdim. Her biri beyaz veya açık eflatun sedef bir broşu andıran salkım salkım akasya çiçekleri… Trabzon’dan başka hiçbir yerde beyaz akasya görmedim.
Dallardan yerlere dökülen akasya çiçeklerinin, hoyrat ayaklar tarafından çiğnenmesine gönlüm razı olmadığı için, onları yerden toplar, eve gidinceye kadar elimde tutardım. Fakat daha suya koymaya fırsat bile kalmadan solduklarını görünce çok üzülür, istemeye istemeye çöpe atardım. Bazılarını atmaya kıyamaz, papya kâğıdının arasında kuruturdum. Akasya ren
gi olan açık eflatun, ta o zamanlardan deniz rengi olan mavi ile birlikte, en sevdiğim renklerin arasında yer almıştır.
MAŞATLIK
Anneannemin beni gezmeye götürdüğü yerlerden biri de Maşatlık’tı. Maşatlık, Trabzon’un güneyindeki Boztepe’nin eteğinde, yemyeşil çimenlerle ve rengârenk çiçeklerle bezeli bir mesire yeriydi. Özellikle Hıdırellez’de, Maşatlık’ta piknik yapmak bir gelenekti.
Pikniğe giderken yanımıza, salatalık, domates, ekmek, zeytin, peynir, haşlanmış yumurta ve patates alırdık.
Maşatlık’ta bastığımız her yer çayır-çimendi. Papatyaların üstüne basamaya korkardım. Ezilip incinecekler sanırdım.
Kelebekleri, konmuş oldukları çiçeklerden ayırt edemezdim. Titreşimlerimi alan kelebekler aniden uçunca, kanatlarının göz alıcı renklerini biraz daha seyredebilmek için peşlerinden koşardım.
Bir, ikii, üüüç!.. Derken kanatlarında aynı güzellikte çeşitli renkleri taşıyan kelebekler çoğalınca, hangisini takip edeceğimi şaşırır, biraz da yorgunluktan çimenlere oturur, tekrar çiçekleri seyretmeye koyulurdum.


Kemerkaya sahili ve Ganita koyu, Güzelhisar (Kalepark)
1TEMMUZ DENİZCİLİK VE KABOTAJ BAYRAMI

KABOTAJ: Bir devletin, kendi limanları arasında deniz ticareti konusunda tanıdığı ayrıcalıktır. Bu ayrıcalıktan yalnızca yurttaşlarının yararlanması, millî ekonomiye önemli bir katkı sağlayacağından, devletler yabancı bandıralı gemilere kabotaj yasağı koyma yoluna gitmişlerdir. Bazı uluslar arası sözleşmelerde de kabotaj yasağı koyma yetkisine ilişkin hükümler yer alır.
Osmanlı Devleti’nin kapitülâsyonlar çerçevesinde yabancı ülke gemilerine tanıdığı kabotaj ayrıcalığı, Lozan Barış Antlaşması’yla 1923 yılında kaldırıldı. 17 Nisan 1926 tarihinde de kabul edildi. Kabotaj Kanunu 1 Temmuz 1926′da yürürlüğe girdi. Bu yasaya göre, akarsularda, göllerde, Marmara denizi ile boğazlarda, bütün kara sularda ve kara sular içinde kalan körfez, liman, koy ve benzeri yerlerde, makine, yelken ve kürekle hareket eden araçları bulundurma; bunlarla mal ve yolcu taşıma hakkı Türk yurttaşlarına verildi. Ayrıca; dalgıçlık, kılavuzluk, kaptanlık, çarkçılık, tayfalık ve benzeri mesleklerin Türk yurttaşlarınca yerine getirilebileceği belirtildi. Yabancı gemilerin yalnız Türk limanlarıyla yabancı ülkelerin limanları arasında insan ve yük taşıyabileceği kabul edildi.
Fransızca kökenli bir kelime olan Kabotaj bir devletin kendi limanları arasında yolcu ve yük taşıma hakkı demektir. Türkiye'de 1 Temmuz Kabotaj bayramı olarak kutlanır.[1]
Bugün 1 Temmuz “Denizcilik ve Kabotaj Bayramı” .  Deniz, ülkemizin üç tarafını çevirmiş hatta karalarımızın arasında bile bir denizimiz olmasına rağmen, ne yazık ki Türkiye’de Denizcilik ve Kabotaj Bayramını herkes bilmiyor. Daha acısı, bilenlerin bir kısmı, “Kabotaj bayramı mı kaldı?” diyerek önemsemediğini belirtiyor. İnternette daha ileriye giderek Denizcilik ve Kabotaj Bayramı’nı kutlamanın anlamsızlığını savunan birçok kişiye rastladım. Bunların bir kısmının siyasi heyecanlarla hareket ettikleri üsluplarından belli oluyor. Ancak ben burada bu konuyu asla tartışmaya açmayacağım. Çünkü şu anda izlediğiniz bloğun amacı bu tür tartışmalar değil. Ben çocukluğumun sembolü olan 60’lı yıllarda Karadeniz’in incisi olan sahil kenti Trabzon’da yaşadığım  Kabotaj ve Denizcilik Bayramı kutlamalarını anlatarak hoş bir sohbetin kapısını açmak istiyorum. 

Bir kartpostalda Trabzon Limanı

1960’LARDA TRABZON’DA "DENİZ BAYRAMI"NI BÖYLE KUTLARDIK

Bütün sahil insanları gibi anneannem için de 1 Temmuz günü farklı bir anlam taşırdı. Öyle uzun adını bilmezdi bu bayramın anneannem… “Deniz Bayramı” derdi. 1 Temmuz gününü iple çekerdi. Haziran’ın son günü: “Yarın 1 Temmuz, Deniz Bayramı!”diye bir gün öncesinden hatırlatırdı bana. Ve o gün gelince beni gerçek bir bayram çocuğu gibi giydirirdi. Lacivert eteğim, kolağzı, eteği ve yakası ince lacivert çizgili, yarım kol bir bluzum vardı. O gün o kıyafeti giyerdim. Zaten onu, denizci kıyafetine benzediği için aldırmak istemiştim anneme. Küçük bir kız çocuğu olarak kendim seçerek alınan ilk kıyafetimdi. Lacivert fiyonklu beyaz ayakkabılarımı da giydiğimde bayram kutlamalarına hazır olurdum.
Kutlamalar, Trabzon limanı ve civarında yapılırdı. Evimiz aslında limana çok uzak olmamakla birlikte, yol yaşı yetmişin üstünde olan anneannem ve benim gibi narin bir kız çocuğu için yorucu olurdu. Malum; Yazın ortasındayız, hava sıcak, güneş tepede. Üstelik Limana gitmek için binebileceğimiz bir belediye otobüsü veya dolmuş ta yok. Kemerkaya Mahallesi’de oturuyorduk. Gazipaşa Caddesi ile aramızda 5 dakikalık bir mesafe vardı. Evimizden göz açıp kapayacak kadar kısa Ganita’ya iniliyordu. Ganita’nın arkası Liman… Ancak Kale’nin altındaki tünel henüz yapım aşamasında olduğu için Ganita’dan Liman’a ulaşacak sahil yolu daha açılmamıştı. Mecburen yaya olarak, Gazipaşa Caddesi’ni geçiyor, sokak aralarından Taşbaşı’na çıkıyorduk. Taşbaşı’dan Limandaki olağanüstü kalabalık ve hareketlilik gözler önüne seriliyordu. Taşbaşı’ndaki dik merdivenlerden aşağı iniyorduk. Anneannem merdivenin son basmağını indiğinde, bir kenarda duran bir taşın üzerine çöküyor, biraz soluklanarak oradan Limana kadar olan kısa mesafeyi yürüyebilecek güç topluyordu. Yol boyunca Temmuz güneşinin sıcağında kavrulmuş olan anneannem, Limana vardığımızda yüzüne vuran denizin serin ve yosun kokulu rüzgârına kendini bırakarak: “Ooooh! Ne serin esti… Ya Rabbi! Şükür sana!” demek suretiyle Mevlâ’sına şükrediyor, ardından da hem kendisini hem de cümle Ümmet-i Muhammed’i Cehennem ateşinden koruması için Allah’a dua ediyordu. Deniz bayramı günleri Trabzon Limanı ana-baba günü olurdu. Anneannem yine de denizde yapılacak gösterileri seyredebileceğimiz gölge bir yer bulurdu. Önce, hoparlörün ekolu ve parazitli sesinden yerel yönetimin ileri gelenlerinin, günün anlam ve önemini anlatan konuşmaları duyulurdu. O konuşmalardan pek bir şey anlamazdım.
Limanda görünen manzara tarifsiz güzeldi. Mavi deniz üzerinde bembeyaz motorlar, yelkenliler, rengârenk kayıklar… Beyaz motorlar daha açıkta nazlı bir gelin gibi ağır ağır seyrederken arkalarında bıraktıkları beyaz köpükler, Bir gelinin duvağından lacivert denize serpilen sayısız inci tanelerine benziyordu. Kıyıya yakın gezinen içi Trabzonlu deniz aşığı gençlerle dolu kayıkların denize vuran akisleri adeta yürüyen gökkuşağı gibiydi. Kıyıda demirli bir-iki gemi… Hepsinin direkleri renk renk kâğıttan fenerler, yana-dönerler, uçurtma kuyruğu gibi rengârenk şeritlerle süslenmiş… Gemilerin güvertelerinde gezinen, esmer olmasa da güneşin yakmasıyla esmerleşerek Lacivert çizgili beyaz üniformaları içinde beyaz şapkaları altında bir kat daha yakışıklı görünen denizciler… Belediye Bandosunun çaldığı denizci marşları bu olağan üstü manzaraya efekt oluşturuyordu.
Kutlamaların keyifli dilimini oluşturan gösterilerin bir an önce başlaması için sabırsızlanırdım. Anneannem her gösterinin başlangıcında beni hafifçe dürterek dikkatimi çekerdi: “Bak şimdi yağlı direğe tırmanacaklar!” derdi. Yağlı direğe tırmanma yarışı çok gayretli ve çekişmeli olurdu. Limandan denize uzatılmış olan uzun bir direğin ucuna Bayrağımız dikilirdi. Sonra direk baştan sona yağlanırdı. Yarışmaya katılan ve hepsi iyi birer yüzücü olan Trabzonlu gençler, ucuna dikili olan Bayrağa ulaşabilmek için yağlı direğe tırmanırlardı. Ancak, yağlanmamış bir milimetresi bile kalmamış direğin ucuna kadar gidebilmek her babayiğidin harcı değildi. Kimi eller daha başlangıçta kayar, sahibi kendini limanın durgun suyunda bulurdu. Bazıları direğin ortasına kadar dayanabilirdi. Kimisi Bayrağa çok az mesafe kala yağın kayganlığına yenik düşerdi. Yine de sonunda gençlerden biri yağlı direğin ucuna kadar giderek bayrağı almayı başarır ve yarışmayı kazanırdı.
Deniz Bayramı kutlaması etkinliklerinden bir de yüzme yarışları idi. Yüzme yarışları, “kelebek”, “kurbağalama” gibi değişik dallarda düzenlenirdi. Anneannem ve benim için yüzme yarışları farklı bir anlam taşıyordu. Çünkü yarışmacılar arasında, ağabeyim (Ertunç Büyükkurt) ve teyzemin oğlu (Hacı Mehmet Genç) bulunurdu. Yanlış hatırlamıyorsam, ikisi de “kelebek yüzme” dalında yarışırlardı. Yüzme yarışları başlayınca anneannem dikkat kesilir, bir yandan da birbirini geçebilmek için denizde kıyasıya kulaç atanların kıyıdan minicik görünen kafalarını işaret ederek: “Bak! Hacı yanındakini geçiyor! Bak! Ertunç geçiyor! Bak! Hacı en öne geçti” diyerek dikkatimi onlara çekerdi. Ağabeyim de Hacı da Yüzme yarışmalarını mutlaka derece alarak bitirirlerdi. Hacı’nın birçok birinciliği ve kupası vardı. Ağabeyiminkiler daha azdı. Çünkü o daha sonraki yıllarda ya tatillerini İstanbul’da geçirmeye başlamıştı. Onun İstanbul’da Deniz Bayramı kutlamalarına katıldığını hiç sanmıyorum. Hacı ise Trabzon’daki her yüzme yarışmasına girerek birincilik alırdı. Bir defasında seçmelerde Trabzon birincisi olarak Ankara’daki yüzme yarışına gitmişti. Döndüğünde, Ankara’da havuzda yüzmenin kendisine çok garip geldiğini anlatmıştı. Eee ne de olsa sahil çocuğu; Neredeyse göbeği denizde kesilmiş.
Aslında kutlama etkinlikleri akşama kadar sürerdi. Ancak güneşin altında yaşına göre uzu bir yol kat ederek Limana gelmiş olan anneannem, sonunda sıcağa, güneşe ve yorgunluğa daha fazla dayanamayarak eve dönmeye karar verirdi. Deniz seyrine doyamamış olsak da, biraz da dönüş yolunu hesaba katarak anneannem ikindi namazını kaçırmaması için gözümüz arkada kala kala Limandan ayrılırdık. Merdivenleri, gelirken indiğimizin iki katı yavaşlıkla çıkarak Taşbaşı’na geldiğimizde, birkaç dakika durur Denize, limana, manzaraya bakardık. Dönüş yolunda birkaç defa yol kenarındaki esnafın küçük hasır sandalyelerinde oturarak mola veren anneannem yine de ikindi namazına eve yetişirdi. 

Beni Deniz bayramlarına götüren anneannemle 1964'te İstanbul Fenerbahçe sahilinde: Ortadaki siyah başörtülü. Solunda ben, sağında teyzemin kızı (canım kardeşim) Feriha, arkamızda Feri'nin annesi Nahide teyzem
İkindiyi kıldıktan sonra dinlenmek için yatan anneannem gece yapılacak fener alayı gösterisini seyretmek üzere güç toplardı. Gece olunca anneannem yine canlanır, elimden tutar beni Fener alayını seyretmeye götürürdü. 

Fener alayını seyrettiğimiz yeşil alan (kırmızı ile sınırlı) Arkada Eski Rum Koleji olan Öğretmen  Okulu binası.
Ganita'nın bugünkü hali. Aşağıdaki siyah-beyaz fotoğrafla karşılaştırma yapabilirsiniz.

 Fener alayını seyretmek için Limana inmemize gerek yoktu. Öğretmen Okulu binasının arka tarafındaki yeşil alana gitmek yeterli idi.  Evimizin sokağının sonundaki bu alandan deniz ta ufka kadar görünüyordu. Çünkü bulunduğumuz mıntıka deniz seviyesinden çok yüksekti. Bir ara çay bahçesi olarak da işletilen bu alan Deniz Bayramı gecesi Fener alayı saatinde daha çok kadın ve çocuklarla dolu olurdu. O zaman bu yeşil alanın kenarlarında korkuluklar yoktu. Hatta bir çocuğun oradan aşağıya düştüğünü anlatırlardı.
Fener alayının önce sesi gelirdi. Genellikle marşlar çalınırdı. Sesin hemen akabinde Ganita’nın ve Kale’nin ucundan Fener alayı görünürdü. Denizde arda arda seyreden, direkleri renk renk ampullerle donanmış ışıl ışıl kayıklar Karadeniz sahilinde resm-i geçit yaparlardı. Kayıkların direklerine sarılmış ampullerin renk renk yansımaları, gece karanlığında Karadeniz’in dalgalı siyah yüzeyinde şıkır şıkır bir görüntü meydana getirirdi ki görülmeye değerdi. Limandan çıkan Fener alayı, bando çala çala Akçabat açıklarından Yoroz Burnu’na kadar gider yine aynı şekilde geri dönerdi. Aynı güzergâhta renk ve ışık cümbüşü arasında birkaç tur attıktan sonra geldiği gibi yine Ganita’nın ve Kale’nin arkasında önce görüntüsü sonra sesi kaybolarak gösteri sona ererdi.
Gündüz ve gece gördüklerim beni öylesine etkilerdi ki, eve döndükten sonra daldığım mışıl mışıl çocuk uykusunda bile rüyamda denizi, süslenmiş gemileri, şıkır şıkır Fener alayını görürdüm.
Evet! Ben bir sahil çocuğuyum. Benim için 1 Temmuz Kabotaj ve Denizcilik Bayramı apayrı bir önem taşıyor. Ancak eminim ki, bugün Kabotaj ve Dnizcilik Bayramı'nı kutlamayı anlamsız bulanlar, bu bayramlarda  beni yaşadığım güzellikleri yaşamış olsalardı bu kanaati taşımazlardı. Sevgilerimle.

Başak Ayçin Büyükkurt [Dönmez]
1 Temmuz 2011


[1] http://tr.wikipedia.org/wiki/Kabotaj
1960'lı yıllarda Ganita Sahili'nde Trabzonlu iki genç.
[ Soldaki :ağabeyim Ertunç Büyükkurt]



ÇOCUKLUĞUMUN MAVİ-BEYAZ GANİTASI'NDAN BİR HATIRA


Benim için, mavinin diğer renkler arasında daima müstesna bir yeri olmuştur. Çünkü hatırlayabildiğim en eski anıma gittiğimde, gözümün önüne gelen ilk renk mavidir.
Bazan da bir yerde, gözüme çarpan  mavi, beni anılarımın mavi- beyaz dalgalarla köpüren denizine daldırır.
Karadeniz’in koyu mavi ve hırçın dalgalarını yararak, engine açılan gemilerin arkalarında bıraktıkları  beyaz köpükten iz, benim için her zaman mavinin tamamlayıcısı olmuştur.
Güneşin tam tepede olduğu öğlen saatlerinde, iri elmas kümelerini andıran çakıl taşlarının
süslediği Ganita Sahili’ne çekilmiş, gövdelerinin yarısı denizin içinde kalmış, su yüzünde ka-lan bölümü, denize gökkuşağı gibi yansıyan rengarenk kayıkların oluşturduğu renk cümbüşü gözümün önüne geldiğinde, mazi gözlerimde buram buram tüter.
Trabzon Limanı’na haftada iki gün vapur gelirdi.Vapurun geldiği günler, anneannemle vapuru seyretmeye limana giderdik.
Mavi denizin üstünde, elimi uzatsam sanki tutabilecekmişim gelen o kocaman, beyaz ge- miler…İsimleri: “Ege”, “Trabzon”, “Ordu”, “Samsun”, vs. Belki, hepsinin adı tam  olarak aklımda kalmamış olabilir.
Ama,vapurun kalkış saati geldiğinde,vapuru karaya bağlayan halatın çözülmesini, demir  alırken, çıpasının, irkilmeme sebep olan büyük bir gürültüyle denizden çekilmesini,rıhtımdan ayrılırken, feryat ediyormuş gibi keskin keskin çalan düdüğünü,nihayet, mavi dalgaları yarar-ken, duvağını sürüye sürüye uzaklara giden bir gelin gibi ardında bembeyaz köpükten bir iz bırakarak, enginde kaybolmasını çok net hatırlıyorum. Hatırlayabildiğim ilk evimiz,denize ancak birkaçyüz metre mesafedeydi Bizim oraların deyimiyle "denize karşı" idi.
Annemin söylediğine göre, o evde oturduğumuz zaman ben iki buçuk yaşındaymışım. Ama, yine de bazı şeyleri çok net hatırlıyorum.
Evimiz iki katlıydı. Alt katta, denize bakan tarafta bir oturma odası vardı.
Eski evlerin duvarları çok kalın olduğu için, pencere içleri geniş olurdu. Gündüzleri anneannem, beni oturma odasının penceresinin içine oturturdu. Oradan Karadeniz’in engin, güzel maviliğini ve kabaran dalgaların bu güzel maviliğe serpiştirdiği sayısız beyaz köpükleri seyre dalardım. Evimiz denize yakın olduğu için, anneannem öğlenden sonraları beni deniz kenarına götürürdü.
O saatlerde mahallenin kadınlarının çoğu çocuklarıyla birlikte, deniz kenarında olurdu.
Çocuklar ve gençler denize girerken anneler ve büyükanneler, deniz kenarında oturur, bir yandan elişi yapar, bir yandan da sohbet ederlerdi. Benden onbir yaş büyük olan ağabeyimde, aynı yerde arkadaşlarıyla birlikte denize girerdi.Babam, ağabeyim, teyzelerim, teyzemin oğulları, kısacası bizim ailede hemen herkes mükemmel yüzücüydü. Deniz kenarında oyuncaklarım, topladığım çakıl taşları ve deniz kabuklarıydı Kızgın güneşin altında,irili- ufaklı rengarenk çakıltaşlarından, içi sedefli midye kabuklarından yansıyan büyüleyici ışıltıları seyre dalardım.
Evimizin iki sokak ötesinde, bir yazlık sinema vardı. Yaz gecelerinin serinliğinde, annem ve babamla birlikte   balkonda oturur, yazlık sinemadan gelen sesleri dinlerdik.O zamanlar geceleri, ne otomobil gürültüsü ne de başka bir ses kirliliği vardı. Sinemada oynayan filmin sesi, gecenin sessizliğinde bizim evden çok net duyulurdu.Annem –babam, daha önceki yıllarda, sinemaya çok gittiklerini, öyle ki artık film seyretmekten bıktıklarını anlatıp dururlardı.
Annem, ağabeyim çocukken onu da yanlarına alarak babamla birlikte her gece sinemaya gittiklerini, sinemada locada oturduklarını, yaz gecelerinde Ganita’ya çay içmeye gittiklerini ballandıra ballandıra anlatıyordu. Onlara o kadar çok yalvarmıştım ki,bir gece annem ve babam beni Ganit’ya çay içmeye götürdü.Ganita’daki çay bahçesinde, annemle babamın arasındaki sandelyeye keyiflekuruldum. Masamıza gelen garson, ne istediğimi sorunca, ben büyük bir ciddiyetle: “Kahve!” dedim.Çünkü annem-babam, günde en az üç posta kahve içerlerdi.Hemen itirazlar yükseldi:
“-Olmaz! Çocuklar kahve içmez.”
"-Peki.Çay içeyim bari.”
Annem-babam benim için çay ısmarladı. Biraz sonra çayım geldi.Ama zift gibi kapkara birşey... Evde, anneannemin bana içirdiği çaylara hiç benzemiyordu.Garsonun çayla birlikte getirdiği iki şekeri bardağıma attım. O da ne? Çay acıydı!.. Annemde kendi şekerinin birini attı.
Yine acı! Bu defa babam kendi şekerinin birini attı.Yine acı!. Çay bir türlü tatlanmak bilmiyordu. Şeker atıyoruz atıyoruz tatlanmıyordu. Çayımı bitiremedim. Meğer böyle yerlerin çayı çocuklara göre acı olurmuş.
Annemin, babamın o zift gibi kapkara ve de zehir gibi acı çayı nasıl keyifle içtiklerine şaşıyordum.Onlar, evde de demli çay içiyorlardı. Açık çayı beğenmezler: “Çobanoğun abdest suyu gibi” diyerek dudak bükerlerdi.
O gece beni kırmayarak götürdükleri çay bahçesinde, bana ısmarladıkları çayı bitiremeyip ziyan ettiğim için çok utanmıştım.

                                                            Başak Ayçin Büyükkurt- 2011





     
TRABZON'UN RUS İŞGALİNDEN KURTULUŞUNUN 96. YIL DÖNÜMÜ DOLAYSIYLA

SÖZLERİ BİR TÜRLÜ DOĞRU OKUNAMAYAN MUHACİRLİK TÜRKÜSÜ

Trabzon, yeşille mavinin kucaklaştığı Karadeniz'in iyice bir doğusunda önemli bir liman şehridir.
1461 yılında Fatih Sultan Mehmet Han tarafından fethedilerek Osmanlı Devleti topraklarına katıldıktan sonra "şehzadeler şehri" olmuştur.

Minarelerinden gürül gürül ezan seslerinin yükseldiği bu güzel vilayetin bahtı,1914 yılında  Osmanlı Devleti'nin adeta bir maceraya atılır gibi I. Dünya Savaşı'na girmesiyle kararmaya başlamıştır. 

Trabzon, 17 Kasım 1914 tarihinden itibaren, Rus savaş gemileri tarafından defalarca şiddetle bombardıman edilmiştir. Karadeniz'de dolaşan Rus savaş gemilerinin ablukaya almış olduğu Trabzon'un ahalisi, yoklukla, her bombardımandan sonra yangınlara, havadan yağan şarapnel sağanağıyla canını dişine takarak mücadele etmiştir, ta ki 15 Şubat 1916 günü Erzurum, Ruslar tarafından işgal edilinceye kadar...

Erzurum'un işgali ile yolu açılan Ruslar, Doğu Karadeniz'de eskisinden hızlı ilerliyorlardı.
Eli silah tutan genç erkekleri cephelerde savaşmakta olan, kalanlarının çoğunluğunu da yaşlı, hasta, çocuk, kadın ve savaşamayacak durumdaki erkeklerin oluşturduğu Trabzon halkının, canını özellikle de namusunu işgal güçlerinin elinden kurtarmak için batıya doğru göç etmekten başka çaresi kalmamıştı.  

Trabzon halkı, karlı, tipili kış günlerinin dondurucu soğuğunda, sırtında yatalak hastası, yanında ancak götürebildiği bir yorgan bir döşekle, kadın, erkek, yaşlı, hasta, çoluk-çocuk, batıya doğru nerede sonlanacağı bilinmeyen karanlık bir yolculuğa çıkmıştı. 
Kimi güçbela bulabildiği kayıklarla denizden, kimi yayan olarak karadan gidiyordu.

İşte yaklaşık 97 yıl öncesinin acılarını günümüze ulaştıran türküdeki "Muhacirlik" böylece başlamıştı.
Şimdi, türkümüzü o günleri 17 yaşında bir genç iken yaşamış olan anneannemin ağzında dinlediğim gibi doğru olarak aktarmak ve sözlerini  analiz etmek istiyorum.

Önce şunu belirtmeliyim ki edebiyatımızdaki anonim şiirlerde 
"selamet"
"kıyamet"
"emanet" 

"meteriz"
"atarız"
yeteriz"

kelimeleriyle oluşmuş kafiyelere sıkça rastlanır. Kafiyesi bu kelimelerle oluşturulmuş türkülerde dikkat edilmesi gereken husus türkünün sözlerinde geçen özel isimlerdir. Kafiyeler aynı da olsa bu özel isimler, o türküleri, üzerine yakıldıkları olaylara has kılmaktadır.


MUHACİRLİK TÜRKÜSÜ

Trabzon'dan çıktım başım selamet
Çavuşlu'ya geldik koptu kıyamet

 (-Çavuşlu: Trabzon'un ilçelerinden Vakfıkebir'in bir köyüdür. 18 Nisan 1916 günü Ruslar, Trabzon'u fiilen işgal etmişlerdi. 19 Nisan 1916  günü iki Rus Torpidosu Vakfıkebir ve Şarli (Beşikdüzü) sahillerini bombardıman etmiş, bu bombardımanda batıya doğru göç eden 182 muhacir şehit olmuştu.
-- Muhacirlik türküsünün sözlerinde bu kısımı: "Elevi'ye geldik koptu kıyamet" şeklinde de söylenmektedir. Elevi, Görele'nin eski adıdır. Trabzon'u işgal ettikten sonra batıya doğru ilerleyen Ruslar, Görele ve Tirebolu'yu defalarca bombardıman etmişler, özellikle Tirebolu'yu adeta harabeye çevirmişlerdi. Trabzon'dan çıkan batıya doğru yola çıkan muhacirler, nereye gitmişlerse Rus bombardımanı ile karşılaşmışlar, kah kayıklarla yol alırken denizde, kah karadan giderken vadilerde Rus ordusunun ateşine maruz kalmışlardır.)

"Arkadaşlar kaptanıma emanet"

(Kayık bulabilenler muhacirliğe denizden kayıklarla çıkmışlardı. Türkünün bu kısmı "Ey Allahım annem sana emanet" şeklinde de söylenirdi.)

Muhacirlik  şimdi de büküyor belimi

(Bu kısımda "muhacirlik" yerine "seferberlik" kelimesini kullanmak yanlıştır. Çünkü bu türkü muhacirlik üzerine yakılmıştır. Muhacirlik başka seferberlik başkadır.)

Kafir Urus yaktı da yıktı evimi

( Doğu Karadeniz halkının muhacirliği, Rus işgali yüzünden yaşanmış toplumsal bir felakettir. Sözleri, tarihi gerçekleri yansıtmaktadır. Bunu "düşman" gibi muğlak bir kelime ile geçiştirmek türkünün yakılış sebebini yansıtmaktan çok uzaktır.
1914-1918 yılları arasındaki şiddetli Rus bombardımanları sırasında Trabzon Vilayeti ve ona bağlı kasaba ve köylerde birçok ev yıkılmış, tahrip olmuş, yangınlar çıkmıştır. En acısı da muhacirliğe çıkarken evlerini sapasağlam bırakan muhacirler, 24 şubat 1918'de Trabzon'un kurtuluşundan sonra geri döndüklerinde yıkılmış olarak bulmuşlardır. 
Ayrıca "yakılıp yıkılmış ev" motifi mecazi olarak dağılmış, fertleri birbirini kaybetmiş aileleri de ifade etmektedir. )

Türkünün ikinci kısmı şöyledir:

Trabzon'un etirafı  (etrafı) meteriz
Meterizden telli de kurşun atarız
Dört kardeşiz bir orduya yeteriz

Muhacirlik şimdi de büküyor belimi
Kafir Urus yaktı da yıktı evimi

Son olarak şunu belirtmek isterim, okuduğunuz yazı, muhacirliği anlatmak amacıyla değil, Muhacirlik Türküsü'nün sözleri üzerinde mütalaada bulunmak için kaleme alınmıştır.

Yüce Allah, o kara günleri bir daha göstermesin.

                                                         Başak Ayçin Dönmez

Gülbaharhatun Köprüsü ve Trabzon Kalesi / Trabzon


Trabzon'un en güzel köşelerinden
Ganita
Gülbaharhatun Camii ve Türbesi / Trabzon


Ganita sahili / Trabzon



.

     








     




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder