Powered By Blogger

Merhaba!

Başağın Huzur Köşesi'ne hoşgeldiniz. Dileğim, bloğumu bütün izleyenlerin, sayfalarımda huzur bulmasıdır.
Henüz yapım aşamasında olan bloğumda, ilerleyen zamanla birlikte, sizi gün boyu yaşadığınız streslerden uzaklaştıracak, aynı zamanda faydalı bilgiler kazanacağınızı umduğumbir dünyanın kapısı aralanacak.
Hep birlikte, kimi zaman gül bahçelerinde gezine ceğiz, kimi zaman, gurubu seyredeceğiz dalgaların beyaz köpük lerden güller saçtığı sahillerde...
Kimi zaman, türk şiirinin üstad larının mısralarına tutunarak, İstanbul'un ihtişamını bir başka tepeden seyredeceğiz, yorulduğumuzda Faruk Nafiz'in "Hanı"n da konaklayarak duvarlardaki yazıları şişesi is bağlamış bir lambanın ışığında okuyacağız.
Kimi zaman, bir ebru teknesinin üzerine eğilerek rengârenk hayallerimizi seyre dalacağız.
Bir kaç yüzyıllık bir yazma kitabın sayfalarına nakşedilmiş altınlar, kuyumcu vitrininde gördüklerimizden çok kamaştıracak gözlerimizi...
Minyatürlerin zaman tünelinden geçerek "Alice" gibi farklı bir dünyaya adım atacağız. Eski, yeni bir sürü kitabı yeniden keşfedeceğiz birlikte...
Hazret-i Muhammed (s.a.v.)'in hadisi şeriflerini okuyarak şerefleneceğiz, Mevlana'nın özlü sözleriyle tefekküre dalacağız, Yunus Emre'nin mısralarıyla bir kere daha öğreneceğiz dünyaya kavga için değil, sevgi için gel diğimizi...
Kimi zaman örgü örecek, dikiş dikeceğiz. Sevgiler!
































24 Şubat 2011 Perşembe

TRABZON’UN KURTULUŞUNU NİÇİN KUTLUYORUZ?




ÖNSÖZ

Bugün Karadeniz’in incisi güzel Trabzon’umuzun Rus işgalinden kurtuluşunun 93. yıldönümünü kutluyoruz. Adını “Huzur Köşesi” koyduğum bu blokta, bu güzel ve anlamlı günü birkaç güzel Trabzon fotoğrafı ile süslenmiş duygulu bir mesajla kutlamayı düşünüyordum. Ancak kısa bir müddet önce internette gezinirken bir sitede okuduğum Trabzon’un Kurtuluşunu kutlama törenleri ile ilgili yazı beni küçük çapta bir metin yazmaya sevketti. O sitede, Rus işgali yüzünden Trabzon halkının muhacir çıkmasına lüzum olmadığı halkın boş yere muhacir çıkıp evinden, yurdundan olduğu, muhacir çıkmayan yaşlıların, Rus askerlerinin kendilerine çok iyi davrandıklarını anlattıkları yazıyordu. Kutlama törenlerini 1948 yılından sonra resmileştiğini, o zamana kadar halk arasında “Trabzon’un Rus (düşman) işgalinden kurtuluşunu kutlamak” gibi bir adet olmadığını, bu tür kutlamaların belediyelerin işgüzarlığından kaynaklandığını yazıyordu. Ayrıca ben bir müddetten beri bazı gazetelerin: “ Bu yıl da Yunan’ı İzmir’den denize döktük.” gibi başlıklar atarak diğer şehirlerimizin de düşman işgalinden kurtulmasını kutlama törenlerinden gocunduklarını açıkça belirten yazılar yayınladıklarını görüyorum. "Eğer Kayıkçılar Kethüdası Yahya Kaptan'ın sağkolu Deli Hüseyin'in kanını ve genlerini taşıyorsam, sarfettikleri sözleri ağızlarına tıkmak boynumun borcudur ." dedim ve lutfedip okuyacağınız aşağıdaki metni kısa zamanda hazırlamaya çalıştım. Güzel Trabzon’umuzun Urus işgalinden kurtuluşunun 93. yılı hepimize kutlu olsun, bütün şehitlerimizin, tüm Osmanlı toprağında muhacirlik ve işgal yıllarının acılarını tatmış, çoktan ahrete göç etmiş dedelerimizin, nenelerimizin ruhları şad olsun. Yüce allah’tan dilerim ki ay yıldızlı Bayrağımız 81 ilimizin de semalarında kıyamete dek dalgalansın. Türkiye Cumhuriyeti ilelebet pâyidâr olsun.

TRABZON

Trabzon, Doğu Karadeniz Bölgesi’nde, 4.685 km2 yüzölçümü olan güzel bir kıyı kentidir. Tarihi M.Ö. 2000 yılına kadar dayanmakta olan Trabzon’da çeşitli kavimler ve medeniyetler yaşamışlardır. 1461 yılında Fatih Sultan Mehmet’in komutasındaki Osmanlı Ordusu tarafından fethedilerek Osmanlı Topraklarına katılan Trabzon, önce eyalet ve sancak olmuştur. Trabzon, zaman zaman sancak beyi olarak atanan şehzadeler tarafından da idare edilmiş olduğu için “şehzadeler şehri” olarak anılmıştır.

I. DÜNYA SAVAŞI’NA GİRİŞİMİZ VE DOĞU CEPHESİ

28 Haziran 1914 günü Avusturya-Macaristan Veliahdı Prens Arşidük Ferdinand, Saray Bosna’da bir Sırplı tarafından öldürülünce Avusturya, bu suikastten Sırbistan’ı sorumlu tuttu ve 23 Temmuz 1914 günü Sırbistan’a bir nota verdi ve isteklerinin gerçekleşmemesi halinde savaş ilan edeceklerini açıkladı. Böylece I. Dünya Savaşı’nın fitili ateşlenmiş oldu. İngilizler’in yakalamak için takip ettiği Alman Donanması’na ait Goben ve Breslav zırhlıları, 10 Ağustos 1914 günü Çanakkale Boğazı’nı geçerek Marmara Denizi’ne girmişti. Osmanlı Devleti, İngilizler’in kendilerine teslim edilmesini istedikleri bu zırhlıları Almanya’dan satın aldığını bildirdi. Türk Bayrağı çekilen ve sonradan biri Yavuz diğeri Midilli adını alan bu savaş gemileri, Karadeniz’e açılarak 23 Ekim 1914’de Sivastopol; 29-30 Ekim 1914’de Odessa ve Teodosya limanlarını; Hamidiye Zırhlısı da Novorrosisk limanını bombaladı. 31 Ekim 1914’de Ruslar, Doğu Beyazıt tarafından topraklarımıza saldırdılar.1 Kasım 1914 sabahı RusyanınOsmanlı Devleti’ne savaş ilan etmesi Trabzon için de kara günlerin başlangıcı olmuştur. Başta Ermeniler ve Kazaklar olmak üzere birçok milletten yardım alan Rus Ordusu, Kafkaslar’dan güneye doğru harekete geçmişti. Ermeni komiteleri, bütün güçleriyle Rus savaş gücünü destekliyorlardı. Osmanlı topraklarının her tarafından Ermeni gönüllüleri, Rus ordusuna, çetelere ve intikam alaylarına katılmak üzere Kafkasya’ya doluşmuşlardı. Erzurum Osmanlı Ordusu’nda bulunan Ermeni erler ve subaylar silahlarıyla birlikte Rus cephesine geçmişlerdi. Taşnak kahramanları arasında adları geçen Tero, Heço Rus Ordusu’na Kafkasya’daki çeteleri ile katılarak Müslüman halka tasavvur edilemez eziyetlerde bulunmuşlardı. Yüzyıllarca Osmanlı Devleti’nin hakimiyeti altında Tebaa-yı sâdıka (sadık vatandaşlar) olarak isimlendirilen ve Osmanlı Devleti’nin ordusunda er ve subay olacak kadar kendilerine güvenilen, dillerine, dinlerine ibadetlerine karışılmayan, Osmanlı devlet teşkilatında paşa, bakan, yüksek rütbeli memur olabilen Ermeniler, Rusya, İngiltere ve özellikle Fransa’nın kışkırtmaları ile Osmanlı Devleti’ne isyan etmişlerdi. Ruslarla yaptığımız muharebelerde başlangıçta başarılı olmuştuk. Ruslar sınır yakınlarına çekilmişti. Cephelerde kazanılan başarıya rağmen 3. Ordu’nun zayiatı çok fazla idi. Osmanlı Ordusu’nun silahlarının mermileri Almanya’dan geliyordu. Kış şartlarında bu mermileri Doğu Cephesi’ne ulaştırmak çok uzun sürüyordu. Demiryolu yoktu. Karayolları yetersizdi. Bütün bu olumsuz şartlara rağmen Enver Paşa ilkbaharı beklemeyerek 22 Aralık 1914 günü Sarıkamış harekatını başlattı. Osmanlı Ordusu bir yandan çetin kış şartları ve dondurucu soğukla bir yandan da Rus Ordusu ile mücadele ediyordu. Mevsim kıştı, her taraf karlarla kaplıydı. Türk birliklerinin en az bir günlük dinlenmeye ihtiyaçları vardı. Enver Paşa ve Hafız Hakkı Paşa, Ruslar’ın Osmanlı Ordusuyla savaşmadan kaçacaklarını düşünüyordu. 10. kolordu’yu cebri bir yürüyüşle sevk eden Enver Paşa 25-26 Aralık gece yarısı Sarıkamış’ı kısman işgal etmeyi başardı fakat 10. kolordu tamamen erimişti. Asker yiyecek sıkıntısı çekiyor, dondurucu soğukta karların üzerinde yatıyordu. Sarıkamış harekâtında Osmanlı Ordusu’nun soğuktan otuzbin küsür, Tifüs hastalığından otuzbin küsür, çarpışmalarda şehit düşen otuzbin küsür olmak üzere toplam doksanbinden fazla insan kaybı olmuştur. Çılgınca yapılan bu taarruz Rus Ordusu’nun Kafkaslar’dan Van’a doğru ilerlemesine, Muş ve Bitlis’in düşman eline geçmesine sebep oldu. Ruslarla işbirliği yapan Ermeniler, o bölgelerde korkunç bir katliama giriştiler. Ermeni çeteleri Müslüman halkın evlerini, mallarını yağma ediyor, Müslüman kadınlara tecavüz ediyor, halkı diri yakıyor ya da toprağa gömüyordu.

5 Ocak 1915 günü sabaha karşı Sibirya Kazak Tugayı Ardahan’a girdi. Akşama kadar devam eden katliamda 300 kişi kadın, erkek, çocuk demeden vahşice şehit edildi. Müslüman kadınlara tecavüz edildi. Ermeniler, Van ve köylerinde yaşayan Müslüman halkı akıl almaz işkencelerle katletmişlerdir.15 Şubat 1916 günü Erzurum, 17 Şubat 191 günü Muş, Ruslar’ın eline geçti.

RUSLAR RİZE’Yİ İŞGAL EDİYOR

Nihayet 8 Mart1916 günü donanma desteğinde ilerleyen Rus birlikleri Rize’yi ele geçirdi. Ruslar, Trabzon’u almakla hem Türk maneviyatını büyük ölçüde kırmayı hem de Trabzon’dan Anadolu’ya rahatlıkla hükmetmeyi planlamışlardı. Trabzon üzerinden Doğu Cephesi’ne yapılabilecek yardım sevkini de durduracaklar, bu şekilde Doğu Cephesi’nde Türkler’i iyice zayıflatacaklardı. Bundan dolayı Trabzon’u almak Ruslar için çok önemli idi.

OF HALKININ RUS ORDUSU'NA DİRENİŞİ

Ruslar, Trabzon’u işgal etmek için artık önlerinde hiçbir engel kalmadığını düşünüyorlardı. Ancak öyle olmadı. Of ve Çaykara’da Türklerle Ruslar arasındaki orantısız güce rağmen aralarında çetin muharabeler geçti. Kahraman Oflular, canlarını ortaya koyarak gerçekleştirdikleri 21 günlük direnişle Trabzon’da şehir merkezinde yaşayan ahali’ye muhacir çıkabilmeleri için gerekli zamanı kazandırdılar. Oflular’ın direnişi, Haşim Albayrak’ın o yılları bizzat yaşayan birinci ağızlardan dinleyerek ve askeri belgelerden yararlanarak yazmış olduğu “I. Dünya savaşında Doğu Karadeniz Muharebesi ve Of Direnişi” isimli kitabında ayrıntılı olarak işlenmiştir. Tamamen belgelere dayanan bu kitap, günümüzde Trabzon’un Rus işgalinden kurtuluşunu kutlamanın anlamsız ve lüzumsuz olduğunu geveleyen çarpık ağızlara inebilecek kuvvetli bir şamar niteliğindedir. Of’u bir türlü düşüremeyen Ruslar, sonunda Sürmene kıyılarına çıkarma yaparak Of’u dört yandan kuşatmak suretiyle çembere almışlar, Of halkı o çember kapanmadan muhacir çıkmış, kafileler halinde yollara dökülmüştür.

TRABZON VE CİVARINI TOPA TUTAN RUS GEMİLERİ

Rus Ordusu Trabzon’u bilfiil işgal etmeden evvel, şehrin mukavemetini zayıflatmak için bir müddet topa tutmuştur. O günlerde 15 yaşında olan anneannem kendisine genç kızlık günlerini zehir eden o saldırıları şöyle anlatıyordu. “Evimiz Arafilboyu’nda, denize karşı idi. Uzaktan Urus gemileri görününce herkes birbirine haber verirdi. Genç, ihtiyar, çoluk çocuk Boztepe’ye doğru kaçardık. Boztepe’ye çıktığımızda gemilerin kışlayı ve askeri noktaları topa tutuğunu görürdük. Çok zor günlerdi o günler, Topa tutulmak, kaçamamak, canını, yakınlarını ve evini kaybetmek korkusu… Aramızda çok yaşlı bir Hemit(Hamit) Aga vardı. Ömrü cephelerde savaşarak geçmişti. O kadar yaşlıydı ki Urus gemileri geldiğinde Boztepe’ye doğru kaçarken tepeye en son o ulaşırdı. Tepeye ulaştığında nefes bile almadan poposunu denize, Urus gemilerine çevirir, olanca sesi ile: “Urus! Urus”. Gel! Habu g..üme bir top att ta göreyim seni!” diye bağırırdı. Hemit Aga’nın çığlıkları, saçlarını cephelerde göğüs göğüse çarpışarak vatanını savunmakta ağartmış, pîr-i fânî olmuş eski bir muharibin yüreğine kakılan çaresizliğin ifadesi idi.”

Her olayın bir mizahi yönünü rahatlıkla bulabilen Trabzonlular bu kara günlerde bile dillerine bir tekerleme dolayarak şehirlerini topa tutan rus gemileri ile dalga geçiyorlardı:

"Urus'un gemileri" "Bir ileri bir geri"

"Urus döktü denize" "Eski tenekeleri"


RUS’UN TOPU İLE BOZULAN ORUÇLAR

“ Ramazan ayındaydık. Bütün şehir halkı oruçluydu. İftar saatinin Boztepe’den ateşlenen topla duyurulması uzun yıllardan beri adetti. İftar çok yakın olduğu için, herkes sofrasının başında Boztepe’den atılacak iftar topunu bekliyordu. Derken beklenen top atıldı. Besmele çekerek orucumuzu açtık ve yemeye başladık. Birkaç dakika sonra bir top daha atıldı ki bu topun sesi daha yakından gelmişti. Hemen camlara çıktık. Boztepe’deki ramazan topunun ağzında hala duman tütüyordu. Denize bakınca şehrin stratejik binalarından birini bombalamış Batom’a geri dönmekte olan Urus gemisini gördük. Ramazan topu diye Urus’un topu ile orucumuzu bozmuştuk. Daha sonra müftü fetva vererek kefaret gerekmediğini, yanlışlıkla bozduğumuz orucun yalnız kazası lazım geldiğini açıkladı. Urus gemileri her açıkta göründüğünde büyük bir panik yaşıyorduk.”

OF HALKI RUS ORDUSU’NA 21GÜN DİRENMİŞTİ

“ Of, Urus’u Trabzon’a indirmemek için var gücüyle direniyordu. Of ve havalisindeki gözüpek Karadenizliler çeteler kurarak Urus Ordusu ile savaşırken, silahsız köylüler de balta, yaba, kazma, kürek gibi silah olabilecek cinsten ne bulurlarsa yanlarına alıyorlar, Urus askerlerinin geçecekleri yol üzerindeki meşeliğe doluşuyorlar, askerler geçerken üzerlerine çullanarak mümkün olduğu kadar zayiat verdiriyorlardı. Özellikle Of Kasabası’nın yanıbaşındaki Baltacı Deresi’nde kanlı çarpışmalar oluyordu. Urus Of’ta bu kadar güçlü bir direnişle karşılaşacağını hesaplamamıştı. Of kadın- erkek omuz omuza çarpışıyorlardı. Ancak Ermeni çetelerinden kuvvet alan Urus, çemberi gitgide daraltıyordu.”

GİTMEK Mİ ZOR KALMAK MI ZOR?

“Urus’un Trabzon’u işgali an be an yaklaşıyordu Yüklerimizi denk etmiş, her an kayıklara binip muhacir çıkmaya hazır bir halde idik. Geceleri çarşaflarımız yastığımızın altında katlanmış, ayakkabılarımız yatağımızın kenarında yatıyorduk. Sonunda bir gün, Urus’un şehri işgal etmesi kesinleşti diye haber geldi. O gün Trabzon’daki son günümüzdü. Yanımızda götürebileceğimiz son eşyalarımızı da aldık. Benim ceviz ağacından çeyiz sandığım vardı. Tıka basa doluydu. Kuvvetli bir adam diziyle bastırmadıkça kapanmıyordu İçindeki el işleri hep kendi el emeğim ve göz nurumdu. Onu olduğu gibi Urus’a bıraktım. Yola çıkamayacak kadar yaşlı ve hasta olanlarla onları bırakamayan yakınları muhacir çıkmadılar. Urus Askeri Trabzon’a girince onlara ne olacaktı? Asacaklar mıydı, kesecekler miydi? Bir daha dönmek kısmet olursa onları sağ olarak bulabilecek miydik? Onlar için endişeleniyorduk. Geride kalanlar da bizim için endişeleniyorlardı. Yollarda başımıza ne gelecekti? Kayıklarımız fırtınalara dayanabilecek miydi? Urus gemilerine tutulup onlar tarafından batırılacak mıydık? Komşularımızla helalleştikten sonra gece kayıklara doluştuk. Önümüzde bize kılavuzluk eden koca bir mavna çaparı vardı. Doğup büyüdüğümüz toprağımızı, evlerimizi, eşyalarımızı, muhacir çıkmayan komşularımızı hatta mezarlıklarımızı bile Urus’a bırakıp çıktık.”

MUHACİRLİK: NEREDE VE NASIL BİTECEĞİ MEÇHUL BİR YOLCULUK

Anneannem, Karadeniz gündüzleri düşman savaş gemileri ile dolu olduğu için hep gece karanlıkta yol aldıklarını, gündüzleri karaya çıkarak gafulların (alçak ve dikenli ağaç ve bitki kümeleri) arasında saklandıklarını anlatıyordu. Trabzon Ruslar tarafından Nisan ayının ortasında işgal edilmişti. Yazın bile geceleri buz kesen denizin ortasında korumasız kayıklar içinde özellikle yaşlı, hasta ve bebekler ne kadar dayanabilmişlerdir? Anneannem, aldıkları bütün tedbirlere rağmen arada bir Karadeniz limanlarını topa tutan gâvur gemilerinin şarapnel parçalarının kayıklarına isabet ettiğini, kayıklarının delindiğini, alabora olduklarını, eşyaları ile birlikte denize döküldüklerini ve kendilerine refakat eden az sayıdaki erkekler tarafından kurtarıldıklarını anlatıyordu. Trabzon’dan yalı boyu muhacir çıkanlar, sırasıyla Eynesil, Görele, Tirebolu’da kalmışlardı. Ancak daha sonra düşmanın buralara da yaklaşması üzerine ora halkı ile birlikte daha batıya henüz işgale uğramamış bölgeye hicret etmişlerdi. Doğu Karadeniz’de Rus işgali batıya doğru ilerledikçe muhacirler de sayıları katlanarak batıya doğru ilerliyordu. Anneannemlerin gurubu İnebolu’ya kadar gitmişti. Anneannem, yalı boyu yani denizden muhacir çıkanların yiyecek bulmak bakımından karadan çıkanlara kıyasla daha avantajlı olduklarını, yollarda ve konakladıkları yerlerde tuttukları hamsi ve diğer balıklarla beslendiklerini, bundan dolayı hiç açlık çekmediklerini anlatırdı. Ancak dağlık araziden kara yolu ile muhacir çıkanlar onlar kadar şanslı değillerdi. Pulathane (Akçaabat) kızı olan ve Gümüşhane’nin merkez köyleri’nden Kırıklı Köyü sakinlerinden Ulemaoğulları’na yeni gelin gitmiş olan babaannem, birlikte muhacir çıktıkları dedemin yakınlarının ve köy halkının dağ yollarında soğuktan, açlıktan, susuzluktan, eşkıya baskınlarından, kolera gibi bulaşıcı hastalıklardan kırıldığını anlatırdı. Dedemin annesi ve başka aile büyükleri ve çocuklar yollarda koleradan ölmüşler. Babaannem de koleraya yakalanmış, gönlerce ateşler içinde kendini bilmeden yatmış. Ancak deniz yolu ile muhacir çıkan anneannemin anılarını sık sık anlatmasına karşılık, karayolundan ve dağlardan muhacir çıkmış olan babaannem o günler hakkında fazla bir şey anlatmazdı. Anlatmasını istediğimde: “Yüruğum etmiy. (İçim kaldırmıyor.)” derdi. Belli ki yüreğinde, yıllar sonra hatırladığında bile kendisini ziyadesi ile üzen çok acı anılar taşıyordu. Babaannemin anlatmaya yüreğinin etmediği muhacirlik konusunu, değerli tarihçi-şair ve yazar Haşim Albayrak’ın “1. Dünya Savaşında Doğu Karadeniz Muharebesi ve Of Direnişi” isimli kitabındaki değerli bilgilerden faydalanarak özetlemeye çalışacağım. Konu hakkında doğru ve teferruatlı bilgi edinmek isteyenler bu eseri okuyabilirler. Muhacirlik 1915 yılından itibaren Ruslar’ın doğu Anadolu ve Doğu Karadeniz’i işgal etmeleri ile başlamıştı. Ruslar Rize’ye kadar çok sür’atle ilerlediğinden, Artvin’den Rize’ye kadar olan bölge halkının çoğu Ruslar’ın önünden kaçma fırsatı bile bulamadan Ruslar’ın eline düşmüştür. Savaşın başladığı ilk günlerden itibaren Ruslar’ın ilerlemeleri karşısında, başta Artvin Yusufeli olmak üzere bölge halkı batıya göç etmiştir ki bunların peşinde Rusya’daki Ermeni çeteleri vardı. Ruslar, Rize’ye doğru hızla ilerledikleri için sahil kesiminden muhacir çıkmaya fırsat bulmak zor olmuştur. İç kesimlerden daha çok kimse muhacir çıkmıştır. Ancak Ruslar, Oflular tarafından durdurularak 21 gün oyalanınca, Of’tan Trabzon’a kadar olan halkın çoğu Ruslar’ın eline düşmektense batıya doğru göç etmeyi tercih etmiştir. Ruslar Of önüne geldikten bir gün sonra Trabzon valisi Cemal Azmi Bey “Halkın kasabadan çıkarılmasını, Yoroz’a kadar tekmil köylerin sivil halktan tahliliye edilmesini, askeri nakliyata tahsis edilen kayıklara asker ailelerinin bindirilerek bir an önce uzaklaştırılmasını” telefonla Akçaabat Kaymakamlığı’na emretmişti. Rize’de durdurulamayan Ruslar’ın ofta da durdurulamayacağını bilen Trabzon valisi, şehirdeki resmi evrak ve önemli şeyleri Canik (Samsun)’a göndermişti. Trabzon’da remi daireler mesailerini durdurmuş, memurlara yarı istirahat verilerek ailelerinin yanlarında kalması sağlanmıştı. Hükümet konağı asker sevkiyatına tahsis edilmişti. Batıya doğru akan muhacir selini genelde cephe gerisinin, yaşlı, çocuk ve kadınlar teşkil etmekte idi. Nakil vasıtası olan at, katır gibi hayvanlar askeriyeye devredilmiş olduğu için, yola çıkarken yanlarına almış oldukları yiyecek ve diğer ihtiyaç malzemesini sırtlarında taşıyorlardı. Muhacirler arasında, yaşlı, hasta, yatalak ve küçük çocuklar, bebekler vardı. Onları da sırtta veya kucakta taşımak gerekiyordu. Yoğun bir kalabalık, yağmur altında, çamur içinde bata çıka ilerlemeye çalışıyordu. Muhacirler, yanlarında götürebildikleri zayıf ve cılız hayvanları yollarda kesmek zorunda kalıyordu. Of’tan itibaren muhacir çıkanların yanlarına aldıkları hiçbir hayvan Ordu’ya kadar ulaşamamıştır. Gece karanlığında nerede yatacaklarını bilemiyorlardı. Küçücük çocuklar, annelerinin, ninelerinin eteklerini tutarak çamurlarda yalınayak bata çıka yürümeye çalışıyorlardı. Çocukların çoğunun babası ya askerdi, ya da yetimdiler. Bebeklerini emzirmek için yiyecek bulamayan anneler yerlerde bitmiş otları yemeye razıydılar. Otlar bile kıymete binmişti. Parasız elde edilebilecek tek yiyecek ottu. O da yoktu. Çünkü aynı yerden daha önce geçmiş olan muhacirler otları yemiş oluyordu. Açlıktan bayılanlar, hastalananlar, ölenler oluyordu. Muhacirler, arkalarından yetişecek düşmanın korkusundan ölülerini gömemeden bir kanara bırakıp bir an önce oradan gidiyorlardı. Cesetler, birkaç gün içinde kokmaya ve mikrop saçmaya başlıyor, arkadan gelen muhacir kafilesi için salgın hastalık tehlikesi baş gösteriyordu. Anneler açlıktan elleri arasından kayıp gitmesi muhtemel olan çocuklarını gördükçe kahroluyorlardı. Muhacir çıkanlar, eli silah tutabilen genç ve güçlü erkekler değildi. Onlar, cephelerde savaşıyorlardı. Muhacir çıkanlar, kadınlar, çocuklar, ihtiyarlar, sakatlar, eli silah tutmayanlar, yaralı, sakat, istirahatli askerlerdi. Muhacirler yollarda çok büyük kayıplar vermişlerdi. Göç ilkbaharda başladığı için kış henüz sona ermemişti. Karadeniz’e dökülen ırmak ve dereler taşkındı. Yaşlılar ve çocuklar aylarca sürecek yayan yolculuğa dayanamıyorlardı. Of ve çevresinden yola çıkan bazı ihtiyarlar daha Zafanos köyüne varmadan vefat etmişlerdi. Üstelik kalanlardan bazıları yollarda Ermeniler’in saldırısına uğruyorlar, canlarından oluyorlar, kaçmayı başarabilenlerle yola devam ediliyordu. Muhacirler bir parça ekmek için yanlarında götürebildikleri şeyleri yok pahasına satmak zorunda kalıyorlardı Muhacirlik anlatılmakla bitmeyen bir destandır ki sonradan arkadan gelen iki-üç kuşağa ilk ağızlardan aktarılmıştır. Sonra o acı günleri yaşayan büyüklerimiz emr-i hak vaki olunca bir bir aramızdan ayrılmıştır. Arkadan gelen ve geçmişinden habersiz bıraktırılmak haksızlığına uğramış olan kuşaklar, “vatan-millet-sakarya, ya-ya-ya” diyerek yavan akıllarınca, şanlı tarihimizle dalga geçtiklerini zanneden vatan hainlerinin karşısında ne diyeceğini bilememektedir.

KALMAYI TERCİH EDENLERİN BAŞINA GELENLER

Ya muhacir çıkmayanlar ne haldeydi? Bu konuyu da yine değerli tarihçi Haşim Albayrak’ın aynı kitabından faydalanarak özetlemeye çalışacağım. Ruslar, 20 Mart 1916 günü Of’u ele geçirdikten sonra, Rusların desteğindeki Ermeni çeteleri (Ermeni halkı değil) Of’ta birçok kötülükler yapmışlardır. Of’un Lazandos (Örtülü) köyünde kadınlara tecavüz etmişler, din adamlarını işkence ile şehit etmişlerdir. Halkın taşınabilir mallarını ve hayvanlarını Rusya’ya götürmüşlerdir. Rus üniforması giymiş ermeni çeteciler Karadeniz sahilindeki köyleri de basıyorlar halkı taciz ve katlediyorlardı. Yine Of’un Pervane Köyü’nde Suiçmezoğlu Bican ağa’nın eşine tecavüz ettikten sonra şehit etmişlerdi. Of’un Pürnak ve Zimre-i Kebîr köylerinden kaçamayan kadın ve çocuklar şehit edilmişti. Of’un Kelali Köyü’ne gelen 5 kişilik bir Ermeni gurubu köy meydanında bir kadına tecavüz etmek istemişlerdi. Silahı elinden alınmış bir jandarma eri, kadını kurtarmak için çetecilerin üzerine hücum etmişti. Gözü dönmüş çeteciler silahsız jandarmayı şehit ettikten sonra kadına tecavüz etmişler, yanaklarını ısırmak suretiyle yüzünün derisini koparmışlar ve işkence ile şehit etmişlerdi. Yomra’nın Kelfaka Köyü’ne giren Rus askerlerine öncülük eden Ermeni çetecileri, bir eve toplanarak saklanmaya çalışan Kolakoğlu ailesinin fertlerini ve köy halkından birçok kişiyi bir dağın eteğindeki dereye götürmüşlerdi. Önce erkekleri kadınların ve çocukların gözleri önünde boğazladıktan sonra kadınları ve çocukları koyun keser gibi boğazlamışlardı. Paslıoğlu Ali’nin kızkardeşi Hatice Hanım’ın yeni doğmuş kız çocuğunu havaya fırlatarak altına tuttukları süngüye isabet ettirmek suretiyle şehit etmişlerdi. İspila Köyü’nden Hasan Ağa’nın ellerini kollarını kestikten sonra kendisini canlı canlı ateşe atarak yakmışlardı. Torul’un Erikli köyü’nden olup Görele’de oturan Cembelioğulları’ndan Vasil ve Kosti adlı çeteciler, Rum ve Ermeni asıllı Rus askerlerine rehberlik ederek civar köylerdeki Müslüman ahaliyi katletmeye başlamışlar kadınlara alenen tecavüz etmişlerdi. Fol Kasabası’ndaki Rus askerleri de bu katliamlara katılmışlardı. 5 Ocak 1917 günü Çavuşlu’nun güneyindeki Kerikler Köyü’nü ve Görele’nin Aralikus Köyü’nü basan Ermeni ve Rum çeteleri köyü yağma etmişlerdi.50 kişilik bir Ermeni çetesi, Ardasa’yı basarak yağmalamış çarşıyı yakmıştı. 7 Ocak 1917 günü Şalpazar’nın Kızılağaç Köyü’nden iki kişi Ermeniler tarafından elleri bağlanarak götürülmüş, daha sonra süngülenmiş cesetleri bulunmuştu. Rum asıllı bir subay ve birkaç Ermeni çeteci Fol kasabası’nın Camisi’nin minaresine çıkmış ve halkın üzerine ateş açmıştı. Mermilere hedef olan insanlar can vermişti. Bu arada Rumlar da rahat durmamış, kurdukları “Pontus” çeteleri ile Türk köylerinde katliamlarda bulunmuşlardır. Pontus çetelerine karşı güçlü mücadeleyi vermiş olan Topal Osman’ın çetesi’nden Of kökenli bir gazi, uzun savaş yıllarından sonra terhis edilip köyüne döndüğünde köydeki katliamdan kurtulabilen birkaç kişiden, eşini, çocuğunu, yaşlı annesini ve babasını Pontus çetecilerinin katlettiğini öğrendiğinde derhal Topal Osman’ın çetesine intisap ettiğini anlatmıştır.

TRABZON KURTULUYOR

1917 yılının Ekim ayı başında Bolşevik ihtilali olunca Rusya’da iç savaş patlak vermişti. Bundan sonra Rusya’da iktidar mücadelesine girişecek olan komutanlar iç savaşa katılmak üzere istila ettikleri toprakları terk ettiler. 18 Aralık 1917’de Rus Hükümeti ile Türk Hükümeti arasında Erzincan mütarekesi imzalandı. Mütareke gereği Doğu Anadolu’daki Rus kuvvetleri geri çekilmeye başladı. Ancak, Rus işgalinden kurtulan yerlerimiz bu defa tam bir anarşinin ortasında kalmıştı. Devlet otoritesinin yokluğunu fırsat bilen Ermeniler, “büyük ermenistan” hayali ile mütarekeyi tanımayarak Ruslar’ın boşalttığı toprakları işgal etmeye başladılar. Bunun üzerine Türk ordusu da harekete geçti. Yıkılmış, yakılmış, ahalisi zulme uğramış toprakları Ermenilerden bir bir geri almaya başladı.37. Tümen Trabzon üzerinden Of’a ilerledi. Muhacirler’in evlerini terk ederken bıraktıkları eşyaları, Türk düşmanı olan Rus komutanlardan cesaret alan bazı Rum ve Ermeniler tarafından yağmalanmıştı. Trabzon vilayeti dâhilinde önemli sayıda terk edilmiş Rum evi vardı. Fakat 1. Dünya Savaşı sırasında Rumlar, Türklere ait evlerin çoğunu yakmış, yıkmışlardı. Trabzon’un kurtuluşunu müteakip Rumlar’ın çoğu Ruslarla birlikte gitmişlerdi.

EVE DÖNÜŞ VE HAYAL KIRIKLIKLARI

Muhacirlikten dönen ve evlerini yıkılmış bulan şehir sakinleri Rumlar’dan boşalan evlere yerleştiler. Muhacirlikten dönüp evini yıkılmış bulanlardan biri de anneannem ve ailesi idi. Küçük yaşta yetim ve öksüz kalan anneannemi yaşça kendisinden çok büyük olan ablası ve eniştesi büyütmüştü. Anneannem muhacirlik dönüşü evlerini yerinde göremedikleri zaman yaşadıkları şoku şöyle anlatıyordu. “Urus Harşit ırmağını geçememişti. Sonra da içinde punt oldu.(İç savaş çıktı) Askerini geri çekti. Biz muhacir olarak İnebolu’ya kadar gitmiştik. Trabzon gavurdan temizlendi haberini alınca Trabzon’a döndük. Muhacirlikte birçok yakınımızı kaybetmiştik. Ben muhacirlikte Ordu’da gelin oldum. Deden, Gümüşhane’nin Şiran Kazası’nın Norşon köyündendi. Balkan Harbine gönüllü katılmış, cepheden döndükten sonra Trabzon’da kayıkçılığa başlamıştı. Ruslar hızla Gümüşhane’ye yaklaşınca annesi, babası, nenesi, diğer akrabaları muhacir olmuştu. Olaylar o kadar çabuk gelişmişti ki dedenin, akrabaları ile bütün irtibatı kesilmişti. O da kayığı ile Trabzon’dan batıya doğru muhacir taşımaya başlamıştı. Döndükten sonra öğrendik ki, babası, annesi, nenesi ve birçok yakınları dağlarda açlıktan susuzluktan ve hastalıktan vefat etmişler. Kayıklardan inip karaya ayak bastığımızda etrafımıza bakındık. Koca şehir sanki bomboş gibiydi. Çömlekçi’den doğru gelerek sokağımıza girdiğimizde hayretten dona kaldık. Evimizin yerinde yeller esiyordu. Oysa evimizi eniştem daha bir yıl önce yaptırmıştı. Öyle kazma-kürekle yıkılamayacak kadar sağlamdı. Muhacir çıkmayıp şehirde kalanlardan hayatta kalmayı başarabilen komşularımızla sarmaş dolaş olduk. Onların bize, bizim de onlara anlatacak çok şeyimiz vardı. Fakat önce evimize ne olduğunu sorduk. Rus işgali sırasında bir Ermeni’nin Rus komutana bizim evi göstererek: Bu evin sahibi çok Ermeni kanı içmiştir. Burayı yıktırın dediğini, komutanın da Ermeni’nin ağzına bakıp makine getirterek evimizi yıktığını anlattılar. Halbuki eniştem hiçbir Ermeni ile alıp vereceği olmayan özürlü bir vatandaştı. Ablamla nişanlı iken İstanbul’da subay mektebinde okuyordu. Tam kılıç takınıp orduya katılacağı gün hamamda düşmüş dizi yaralanmış ve sakat kalmıştı. Daha subay olamadan malülen emekli olan enişteme askeriye bir miktar tazminat vermiş bir de malül maaşı bağlamıştı. Sakat kalmış olan eniştem, Trabzon’a döndükten sonra aldığı tazminatla bakkal dükkanı açmıştı. Sonra da ablamla evlenmiş çocukları olmuştu. Hiç kimseye zararı dokunmayan sade bir vatandaştı.”

İŞGAL VE MUHACİRLİK YILLARININ TÜRKÜLERİ

Urus’un gemileri bir ileri bir geri

Urus döktü denize eski tenekeleri

Sarı Urus gelir cebi paralı

Âl-i Osman askeri bütün yaralı

Ofluların dağı taşı ağlıyor

Kan içinde her su başı ağlıyor

Şehit düşmüş askerlerin yanında

Can çekişen arkadaşı ağlıyor

Çocuklar dizi dizi

Terk ettik köyümüzü

Urus gözün kör olsun

Muhacir ettin bizi

Anneannemin ağzından ninni gibi dinlediğim “Muhacirlik Türküsü”:

Trabzon’un iskelesi bozuldi

Muhacirler yola düzildi.

Alnımıza gara yazi yazildi

Muhacirlik ne yaman da büktü belumi

Kafir Urus yaktı da yıkti evumi

Trabzon’dan çıktum başum selamet

Elevi’ye gelduk kopti kıyamet

Ey Allahum! Annem sana emanet

Muhacirlik ne yaman da büktü belumi

Kafir Urus yaktı da yıkti evumi

Trabzon’un dört tarafı meteriz

Meterizden telli da gurşum atarız

Beş kardeşiz bir orduya yeteriz

Muhacirlik ne yaman da büktü belumi

Kafir Urus yaktı da yıkti evumi

Not:

( Haşim Albayrak kitabında, bu tecavüz, işkence ve katliamlara köy ve kişi adlarını da bildirerek yer vermiş, işkenceleri ayrıntılarıyla anlatmamıştır. Ancak bilgi kaynağını oluşturan belgeleri dipnotlarda tek tek vermiştir. Ayrıca katliam yapanların yerli azınlık değil çapulcu Rum ve Ermeni çeteciler olduğunu vurgulamıştır.)

Kaynaklar:

Kaynaklar:

1) Haşim Albayrak, “1. Dünya Savaşında Doğu Karadeniz Muharebesi”,Yesevi Yayıncılık, Haziran 2004

2) Ömer Mustafa Dönmez, Bir Kafkas Gazisi (İlbaşıoğlu İsmail Ağa)”, 1. BaskıKasım 2007, 2. Baskı Ocak 2008 [Yazarın kendi yayınıdır.]

3) http://www.trabzon.bel.tr/

4) sbe.erciyes.edu.tr

5) http://tr.wikipedia.org/wiki/Trabzon_%28il%29

6) http://www.ttso.org.tr

7) http://wowturkey.com/

8) http://www.tirebolu.org.tr/


9) http://www.myturkiye.com/

10)onebenbirsey.blogspot.com


24.02.2011

Başak Ayçin DÖNMEZ

12 Şubat 2011 Cumartesi

YouTube - Hüsranla gönül hep inler.Neveser Kökdeş(Haydar Urucoglu)

YouTube - Hüsranla gönül hep inler.Neveser Kökdeş(Haydar Urucoglu)
ŞARKILARIYLA DİNLEYENLERE MASAL BAHÇELERİNİ GEZDİREN ROMANTİK BESTEKAR
NEVESER KÖKDEŞ
(1904-1962)
Türk Müziği’nin hanım bestekârlarındanır.Dilber Hanım’la SultanAziz’in Başmabeyincisi Drama’lı Hurşit Bey’in kızı ve Muhlis Sabahattin Ezgi’nin kızkardeşidir.Bazı kaynaklara göre babasının memuriyeti sırasında Drama’da, bazı kaynaklara göre İstanbul’da Altunizade’de doğmuştur. Evin en küçük çocuğu olan Nevser Kökdeş, modern bir aile ortamında ve sanatla içiçe büyümüştür. İlkokul’dan sonra İstanbul’da Notre Dame de Sion’a devam etmiştir. Fransızcayı ve piyano çalmayı öğrenmiş olan Neveser Kökdeş, oniki yaşında iken bir polka yapmıştır. Daha sonra gitar ve tambur çalmayı öğrenmiştir. İstanbul Radyosunda tambur çalmış olan Neveser Kökdeş 16 yaşında iken, topçu subayı Mehmet Ali Üsküdarlı ile evlenmiştir. Daha yeni evli iken, eşinin Çanakkale Savaşı'nda şehit düşmesi sonucu bir yaşındaki oğlu Adnan ile yalnız kalmıştır. Bir tarafta eşinin ölümü sonucu küçük bir çocukla genç yaşlarda yalnız kalması, diğer tarafta ekonomik sıkıntılara girmesi yüzünden içine kapanmış, 35 yaşında iken yüz felci geçirmiştir.1962 yılında İstanbul’da geçirdiği kalp krizi sonucu vefat etmiştir.
Neveser Kökdeş, genellikle
tango, vals, operet ve şarkı formlarında eserler bestelemiştir. Eserlerinin geleneksel kalıp ve üsluptan farklı, kendine mahsus bir tarzı, romantik bir havası vardır. Mesut Cemil bu tarza “Neveser Musikisi” adını vermiştir. Geleneksel kalıp ve üsluptan farklı olan bu tarzı nedeniyle kendi döneminde birçok eleştiri almıştır. Şarkılarının çoğu semai usulündedir. Ve hemen hemen tamamının güftesini kendisi yazmıştır. Şarkı formundaki ilk bestesi; “Gülüyorsun Güzelim, Gül, Güle Gülmek Yaraşır” isimli şarkıdır.
Ölümünden sonra eserlerini yakılmasını vasiyet ettiği için birçok bestesi kaybolup gitmiştir. Yaklaşık ikiyüz tanesinin notaları günümüze ulaşabilmiştir.

ESERLERİNDEN BAZILARI:

Kalbimde Neş’e Hayale Daldım
Sevmek Seni Bir Suç İse
Gül Olsam Ya Sümbül Olsam
Candan Uzakta Kaldım
Bir Emele Bin Ah Çeksem
Hüsranla Gönül Hep İnler
Gül Dalında Öten Bülbülün Olsam
Kuş Olup Uçsam Sevgilimin Diyarına
Aşkı Fısıldar Sesin
Bahar Pembe Beyaz olur
Bugün Biz Hep Neş’eliyiz

Kaynaklar:
Yılmaz Öztuna “ Türk Musikisi Ansiklopedisi”, I/ 353-354, İstanbul -1969
http://tr.wikipedia.org/wiki/Neveser
http://www.gunes.com/2005/09/18/yazarlar/
http://www.musikiklavuzu.net/?/blog/makaleler/neveser-kokdes

Resmin kaynakları:
www.giritliantika.com
www.buyutec.net
www.musikiklavuzu.net
www.uploadresim.com