BAHÇEDEN BALKONA
Yaz mevsiminin tam ortasında olduğumuz şu günlerde hepimiz
kendimize kavurucu sıcaklardan sığınabileceğimiz serin bir köşe aramaktayız.
Bugün otomobillerle ancak ulaşabildiğimiz şehrin ta öbür ucundaki serin ve
gölgeli köşeler eskiden yanı başımızdaydı.
Tahmin ettiğiniz gibi bahçelerden söz ediyorum.
Bugün bahçe dendiğinde aklımıza ilk gelen ya bazen oturmak
için boş bir bank bile bulamadığımız parklar ya da yüklü bir masrafı gözden
çıkarmadıkça serinliğinden yararlanamadığımız çay bahçeleri.
Oysa eskiden her evin bir bahçesi vardı. Etrafı yıkık dökük
de olsa duvarlarla çevrili bahçelerin içinde iki katlı kârgir evler… Çocuklarımızı
korkusuzca salıverdiğimiz bahçemiz… Gündüz ikindiden sonra bir parça serinlik
için kendimizi attığımız kendi bahçemizdi. Sıcaktan uyku tutmadığı bunaltıcı
yaz gecelerinde kendi bahçemizdeki çardakta gecenin ilerleyen saatlerine kadar
otururduk. Ekstradan masrafa gerek yok; Kuruyemişler kilerden, karpuz
buzdolabından, çay mutfaktaki demlikten, hem de sınırsız. Yine de arada bir
çocuklar “acıktık” derse, ekmeğin üzerine biraz tereyağı, üzerine reçel…
Bahçelerimiz; Toprağın yeşermeye başladığı ilk günlerle
beraber gül, yasemin, şebboy kokan bahçelerimiz. Babaannemin evinin de böyle
güzel bir sürpriz bahçesi vardı. Niçin “sürpriz bahçe” adını verdiğimi
anlatacağım.
Babaannemin evi, Hacı Kasım Mahallesi’nde idi. Binaya dışarıdan
bakıldığında yalnızca kalın duvarlar, küçük bir pencere ve bordo yağlıboyalı
bir tahta kapı görünüyordu. Bu haliyle sanki bütün ev, tek göz bir odadan ibaretmiş
gibi duruyordu.
O tahta kapı açılıp ta içeri girildiğinde sağ tarafta iki
oda, bir sofa ve sofanın penceresinin açıldığı terası görmek sürprizin ilk
bölümünü oluşturuyordu. Asıl sürpriz aşağıdaydı.
Sokak kapısının tam karşısında aşağıya doğru önce birkaç
merdiven sonra eğimli bir koridorun sonundaki kapı zemini şıma bir alt sofaya
açılıyordu. Babaannem çok eskiden bu sofaya hasır sererdi.
Asıl sürpriz ise sofanın diğer kapısını açtığınız zaman
başlıyordu. Enva-i çeşit ağaç ve çiçeklerle donanmış harika bir bahçe…
Bahçenin, komşunun eviyle sınır teşkil eden duvarı sekiler
halinde yükseliyordu. Babaannem bu sekilere çiçek saksılarını dizmişti. Saksıda
yetişebilen hemen her çiçekten vardı; Her biri bir sultan küpesini andıran küpe
çiçekleri, renkleri ile olduğu kadar kokularıyla da insanı hayran bırakan renk
renk karanfiller, salkım salkım pembe çiçekler açan begonyalar, yaprağına el
değer değmez etrafına hoş bir koku salarak adeta “hoş geldin” diyen ıtırlar…
Bahçeye girmeden önce küçük bir taşlık vardı. Taşlığın
ortasında etrafı taşlarla çevrili yuvarlak bir toprak parçası üzerinde yetişmiş
olan asmanın dalları üst katın terasına kadar uzayarak kapının altında bir
çardak oluşturmuştu. Yazın sıcaktan içeride bile oturamadığımız saatlerde bu
çardağın gölgesinde serinlerdik. Babaannem, bahçeyi kendine göre bölgelere
ayırmıştı. Taşlığa yakın kısımlara çiçek dikmişti. Sarılı-kırmızılı, morlu
siyahlı şebboylar, narçiçeği renginde kınaçiçekleri, Ortaları rengârenk empirme kumaşları
hatırlatan kocaman çiçekleriyle sarı, kırmızı, beyaz zambaklar, marula benzeyen
yaprakları küçükken evcilik oyunlarımın kurbanı olan pembe, mor kır
menekşeleri… Çiçeklerini Sümerbank’ın vitrininde gördüğüm divitin kumaşların
desenlerine benzeterek hayran olduğum hercai menekşeler, ferahlatıcı kokusu insanın içinin
derinliklerine kadar işleyen beyaz limon çiçekleri, kadifeye benzeyen bordo
çiçeklerinden takma tırnak yaptığım yıldız çiçekleri, sarı kasımpatılar…
Yapraklarından buram buram narenciye kokusu yayılan mandalina ağacı ve onun
dibini süsleyen açık mor hanım çantası çiçekleri… Bir yüzü yeşil, bir yüzü kırmızıya
çalan pembe meyvesiyle şeftali ağacı… Yere düşen çiçeklerini toplayarak
soluncaya kadar hayranlıkla seyrettiğim nar ağacı… Meyvesi yalnız bize değil bütün mahalleye
yetip de artan bereketli mor patlıcan inciri…
Annemin ve yengemin, adeta bal damlayan mürdüm rengi meyvelerinden
kavanoz kavanoz reçel yaptığı “amas eriği” ağacı …
Ve nihayet çiçekleri kraliçesi, bahçelerin tartışmasız hâkimi
güller; Eşsiz kokuları muhteşem duruşlarıyla rengârenk, çeşit çeşit güller: Siyaha
çalan koyu kırmızı rengiyle “kadife gülleri”, mangaldaki közleri andıran kırmızı
ışıltısıyla “ateş gülleri”, yeşil yaprakların arasına serpilmiş gibi duran “sarmaşık
gülleri”. Kardeş kardeş aynı dalı paylaşan
“yediveren gülleri”.Tamamen açıldığında neredeyse bir yemek tabağı çapına
ulaşan reçellik ve şurupluk “pembe tabak gülleri”
Babaannem, bahçenin ta dibine, çiçeklerin sona erdiği alana
mevsimine göre sebze dikerdi. Karalâhana, pazı, marul, taze soğan, kabak, nane,
maydanoz gibi sebzeleri pazardan almaya gerek kalmadan bahçeden toplardı. Yani “bahçeden
tencereye”… Bahçenin bir köşesinde, tavukların çıkıp gezinebilecekleri kadar bir
alanı tel örgü ile çevirerek küçük bir kümes yapmıştı. “ sebzeler, meyveler
bahçeden, yumurta kümesten.” Tavuklar kuluçka düştükleri zaman civcivlerin
yumurtadan çıkacakları günü heyecanla beklerdik. Duvardan atlayarak bahçeye
giren kediler de evin artıklarından nasiplerini alırlardı.
Üç aşağı beş yukarı hemen her evin bahçesinde aynı
güzelliklere rastlamak mümkündü. Biz kiracı olduğumuz için ara sıra ev
değiştirmek zorunda kalıyorduk. Babaannemin evininki kadar olmasa bile bizim
oturduğumuz evler de bahçeliydi. Özellikle son oturduğumuz evin bahçesi tek
kelimeyle muhteşemdi. Teknik ressam olan ev sahibimiz, evin bahçesini de içi
kadar güzel tasarlamıştı. Evin
bahçesinin alanı, binasının kapladığı alanın üç katıydı. Bahçedeki yüksek çam
ağaçları, dişbudak ağaçları, başta sarı, turuncu, kırmızı, beyaz olmak üzere her
renkten güller, sarı sarı zerrinler, fulyalar, mor, beyaz, pembe sümbüller, papatyalar,
menekşeler, bahar dalları anlatılmaz güzellikteydi. Her evin bahçesinde olduğu
gibi bizim evin bahçesinde de sebzeler ve kümes için alanlar ayrılmıştı.
Bu kadar ağaç ve çiçeğin bulunduğu yere kuşlar gelmez mi?
Sabahları kuş cıvıltıları arasında kahvaltı ediyorduk. İkindiden sonra
dallardaki mekânlarına dönen kuşlar yine etrafı şarkılara boğuyorlardı.
Bazen akşam yatarken; “Gece yarısı kalkıp bahçeye çıksam
acaba güllerin dalında bülbül görür müyüm?” diye düşünerek uykuya dalardım.
Ancak her güzel şeyin bir sonu vardır ya! Birgün evini bize
kiralayarak Ankara’ya yerleşmiş olan ev sahibimizden bir mektup aldık. Ankara’da
apartman dairesinde yaşayamıyormuş, evini, bahçesini, denizi özlemiş. Geri
dönecekmiş. Oradan da taşınmamız gerekiyordu. Annemle birlikte ayaklarımız su
toplayıncaya kadar bahçeli kiralık ev aradı. Trabzon kazan, biz kepçe… Ancak
sonunda, iki cephesinde de balkonu bulunan ve arka cephesi, evin sahibine ait
olan bahçeye bakan bir apartmanın ikinci katını bulabildik. Aynı zamanda
annemin ilkokuldan arkadaşı olan eski ev sahibimizi mağdur etmemek için apar
topar yeni evimize taşındık.
Bahçesiz bir evde oturmak! Sokak kapısını açtığında adımını
bahçeye değil merdiven sahanlığına atmak! Tüm gün dört duvar arasında yaşamak,
dört duvar arasında sıkılınca nefes alacak bir açık alan olmaması nasıl bir
şeydi? Bahçesiz, çiçeksiz; kuşları ve kedileri görmeden nasıl yaşanırdı ki?
Annem sokakta rastladığı eski komşulara yeni evimizden
bahsederken: “Bahçesi yok ama iki cephesinde kocaman balkonları var. Çok
havadar, bir taraftan sokağa, diğer taraftan Zağnos Köprüsü’ne bakıyor.” diye
anlatıyordu.
Annem eve taşındıktan sonra ilk iş olarak evdeki saksı
çiçeği sayısın arttırmaya başladı. Çiçekleri olan komşularımızın ve yengemin yaptığı
“ayırtma” katkılarıyla kısa zamanda iki balkonumuz içinde rengârenk çiçekler
açan saksılarla doldu. Balkonların kenarları yetmediği için bir birer sıra saksı
da balkonların içine dizmiştik. Balkonlarda saksılardan adım atacak yer
kalmamıştı. Çamaşır asarken çamaşırlar çiçeklere değiyor, bazen çiçekler zarar
görüyor bazen de çamaşırlar kirleniyordu. Çiçeklerin yaprakları kuruyup
döküldüğünde, saksılardaki çiçekleri suladığımızda ise sular ve topraklar
balkonun mozaik zeminine dökülüp kirletiyordu. Oysa bahçeli evler ne güzeldi.
Çiçekler, ağaçlar kendi alanlarında, insanlar kendi alanlarında birbirini
rahatsız etmeden yalayıp gidiyordu.
Balkonlar çok güneş aldığı için öğlenden sonra hava almaya balkona
çıkamıyorduk. İçeride tıkılıp kalıyorduk. Kışın ise şiddetli rüzgâr aldığı için
balkonlara ancak çamaşır asmak için çıkabiliyorduk.
Bahçeden balkona geçmek hiç de iyi bir şey değildi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder