Taşbaşı'ndan Trabzon Limanı'nın görünüşü |
ESKİ TRABZON'DAN KÜÇÜK KÜÇÜK HATIRALAR
DENİZ MANZARALI TEPE
Trabzon, Doğu Karadeniz Bölgesi’nde, Karadeniz’in kıyısında, engebeli bir arazi üzerine kurulmuş, yeşille mavinin sarmaş dolaş olduğu birşehirdir. Bundan dolayı sokakları dar, eğri-büğrü, inişli-yokuşludur. Bazılarıda çıkmaz sokaktır. 60’lı yıllarda büyük caddeler hariç bütün sokaklar paket taş döşeliydi
Kemerkaya Mahallesi’ndeki evimizin sokağı, Trabzon sahilinin en güzel koyu olan Ganita’ya kuşbakışı bakan, deniz manzaralı bir tepenin en uç noktasında sona eriyordu.
Bu tepenin sağ tarafında, seki gibi kademe kademe sahile inen dar ve çok dik bir yol vardı. Kayaların aşınarak doğal bir merdiven halini almış olduğu bu dik yokuşun sağındaki küçücük evler, sanki dokunsan düşecekmiş gibi duruyorlardı. Çok sarp olan sol tarafta ev yoktu.
Güzel havalarda öğlenden sonraları mahallenin kadınları bu tepede toplanırlar, bir yandan sohbet ederken bir yandan da elişi yaparlardı.
Tepenin çevresinde, önceleri hiç bir korkuluk yoktu. Bir çocuğun buradan düştüğünü anlattıklarını hayal meyal hatırlıyorum.
Bir ara bu güzel manzaralı tepede bir çay bahçesi açılmıştı.Çay bahçesinin işletmecisi, uçurumun etrafını tel örgülerle çevirmişti. Düz bir alana masalar, sandalyeler dizilmişti. Ağaçlara hoparlörler takılmış, renkli ampuller asılmıştı. Öğlenden sonraları hoparlörlerden çoğu zaman Zeki Müren’in sesinden;“İçin İçin Yanıyor Bu Gönlüm”, “Ayşem”, “Yıldızların Altında”, “Akasyalar Açarken” gibi günün moda şarkılarının tatlı nağmeleri yayılırdı. Geceleri ise ağaçlara asılmış renk renk ampullerinışığı ile çay bahçesi büyüleyici bir güzelliğe bürünürdü.
Fakat mahalle sakinleri, iki adım ötedeki evlerinden sıcak çaylarını getirerek bedava içmek varken, çay bahçesinin kapkara çaylarınıparayla içmeye hiçbir zaman yanaşmadığı için, tepedeki çay bahçesi kısa zamanda kapandı.
AKASYALI SOKAKLAR
Yaşı yetmişe yaklaştığı için, beli bükülmeye, sırtıeğikleşmeye başlamış olan anneannemle Trabzon’un sokaklarında gezerken en çok, evlerin bahçelerinin yüksek taş duvarlarından sokağa sarkan akasya ağaçlarınıseverdim. Her biri beyaz veya açık eflatun sedef bir broşu andıran salkım salkım akasya çiçekleri… Trabzon’dan başka hiçbir yerde beyaz akasya görmedim.
Dallardan yerlere dökülen akasya çiçeklerinin, hoyrat ayaklar tarafından çiğnenmesine gönlüm razı olmadığı için, onları yerden toplar, eve gidinceye kadar elimde tutardım. Fakat daha suya koymaya fırsat bile kalmadan solduklarını görünce çok üzülür, istemeye istemeye çöpe atardım. Bazılarını atmaya kıyamaz, papya kâğıdının arasında kuruturdum. Akasya ren
gi olan açık eflatun, ta o zamanlardan deniz rengi olan mavi ile birlikte, en sevdiğim renklerin arasında yer almıştır.
MAŞATLIK
Anneannemin beni gezmeye götürdüğü yerlerden biri de Maşatlık’tı. Maşatlık, Trabzon’un güneyindeki Boztepe’nin eteğinde, yemyeşil çimenlerle ve rengârenk çiçeklerle bezeli bir mesire yeriydi. Özellikle Hıdırellez’de, Maşatlık’ta piknik yapmak bir gelenekti.
Pikniğe giderken yanımıza, salatalık, domates, ekmek, zeytin, peynir, haşlanmış yumurta ve patates alırdık.
Maşatlık’ta bastığımız her yer çayır-çimendi. Papatyaların üstüne basamaya korkardım. Ezilip incinecekler sanırdım.
Kelebekleri, konmuş oldukları çiçeklerden ayırt edemezdim. Titreşimlerimi alan kelebekler aniden uçunca, kanatlarının göz alıcı renklerini biraz daha seyredebilmek için peşlerinden koşardım.
Bir, ikii, üüüç!.. Derken kanatlarında aynı güzellikte çeşitli renkleri taşıyan kelebekler çoğalınca, hangisini takip edeceğimi şaşırır, biraz da yorgunluktan çimenlere oturur, tekrar çiçekleri seyretmeye koyulurdum.
Kemerkaya sahili ve Ganita koyu, Güzelhisar (Kalepark) |
KABOTAJ: Bir devletin, kendi
limanları arasında deniz ticareti konusunda tanıdığı ayrıcalıktır. Bu
ayrıcalıktan yalnızca yurttaşlarının yararlanması, millî ekonomiye önemli bir
katkı sağlayacağından, devletler yabancı bandıralı gemilere kabotaj yasağı
koyma yoluna gitmişlerdir. Bazı uluslar arası sözleşmelerde de kabotaj yasağı
koyma yetkisine ilişkin hükümler yer alır.
Osmanlı Devleti’nin
kapitülâsyonlar çerçevesinde yabancı ülke gemilerine tanıdığı kabotaj
ayrıcalığı, Lozan Barış Antlaşması’yla 1923 yılında kaldırıldı. 17 Nisan 1926
tarihinde de kabul edildi. Kabotaj Kanunu 1 Temmuz 1926′da yürürlüğe girdi. Bu
yasaya göre, akarsularda, göllerde, Marmara denizi ile boğazlarda, bütün kara
sularda ve kara sular içinde kalan körfez, liman, koy ve benzeri yerlerde,
makine, yelken ve kürekle hareket eden araçları bulundurma; bunlarla mal ve
yolcu taşıma hakkı Türk yurttaşlarına verildi. Ayrıca; dalgıçlık, kılavuzluk,
kaptanlık, çarkçılık, tayfalık ve benzeri mesleklerin Türk yurttaşlarınca
yerine getirilebileceği belirtildi. Yabancı gemilerin yalnız Türk limanlarıyla
yabancı ülkelerin limanları arasında insan ve yük taşıyabileceği kabul edildi.
Fransızca kökenli bir kelime
olan Kabotaj bir devletin kendi limanları arasında yolcu
ve yük taşıma hakkı demektir. Türkiye'de 1 Temmuz
Kabotaj bayramı olarak kutlanır.[1]
Bugün 1 Temmuz “Denizcilik
ve Kabotaj Bayramı” . Deniz, ülkemizin
üç tarafını çevirmiş hatta karalarımızın arasında bile bir denizimiz olmasına
rağmen, ne yazık ki Türkiye’de Denizcilik ve Kabotaj Bayramını herkes bilmiyor.
Daha acısı, bilenlerin bir kısmı, “Kabotaj bayramı mı kaldı?” diyerek
önemsemediğini belirtiyor. İnternette daha ileriye giderek Denizcilik ve
Kabotaj Bayramı’nı kutlamanın anlamsızlığını savunan birçok kişiye rastladım. Bunların
bir kısmının siyasi heyecanlarla hareket ettikleri üsluplarından belli oluyor.
Ancak ben burada bu konuyu asla tartışmaya açmayacağım. Çünkü şu anda
izlediğiniz bloğun amacı bu tür tartışmalar değil. Ben çocukluğumun sembolü
olan 60’lı yıllarda Karadeniz’in incisi olan sahil kenti Trabzon’da yaşadığım Kabotaj ve Denizcilik Bayramı kutlamalarını anlatarak hoş bir sohbetin kapısını
açmak istiyorum.
Bir kartpostalda Trabzon Limanı |
1960’LARDA TRABZON’DA "DENİZ BAYRAMI"NI BÖYLE
KUTLARDIK
Bütün sahil insanları gibi
anneannem için de 1 Temmuz günü farklı bir anlam taşırdı. Öyle uzun adını
bilmezdi bu bayramın anneannem… “Deniz Bayramı” derdi. 1 Temmuz gününü iple
çekerdi. Haziran’ın son günü: “Yarın 1 Temmuz, Deniz Bayramı!”diye bir gün
öncesinden hatırlatırdı bana. Ve o gün gelince beni gerçek bir bayram çocuğu
gibi giydirirdi. Lacivert eteğim, kolağzı, eteği ve yakası ince lacivert
çizgili, yarım kol bir bluzum vardı. O gün o kıyafeti giyerdim. Zaten onu, denizci
kıyafetine benzediği için aldırmak istemiştim anneme. Küçük bir kız çocuğu
olarak kendim seçerek alınan ilk kıyafetimdi. Lacivert fiyonklu beyaz
ayakkabılarımı da giydiğimde bayram kutlamalarına hazır olurdum.
Kutlamalar, Trabzon limanı
ve civarında yapılırdı. Evimiz aslında limana çok uzak olmamakla birlikte, yol
yaşı yetmişin üstünde olan anneannem ve benim gibi narin bir kız çocuğu için
yorucu olurdu. Malum; Yazın ortasındayız, hava sıcak, güneş tepede. Üstelik
Limana gitmek için binebileceğimiz bir belediye otobüsü veya dolmuş ta yok.
Kemerkaya Mahallesi’de oturuyorduk. Gazipaşa Caddesi ile aramızda 5 dakikalık
bir mesafe vardı. Evimizden göz açıp kapayacak kadar kısa Ganita’ya iniliyordu.
Ganita’nın arkası Liman… Ancak Kale’nin altındaki tünel henüz yapım aşamasında
olduğu için Ganita’dan Liman’a ulaşacak sahil yolu daha açılmamıştı. Mecburen
yaya olarak, Gazipaşa Caddesi’ni geçiyor, sokak aralarından Taşbaşı’na çıkıyorduk.
Taşbaşı’dan Limandaki olağanüstü kalabalık ve hareketlilik gözler önüne
seriliyordu. Taşbaşı’ndaki dik merdivenlerden aşağı iniyorduk. Anneannem
merdivenin son basmağını indiğinde, bir kenarda duran bir taşın üzerine çöküyor,
biraz soluklanarak oradan Limana kadar olan kısa mesafeyi yürüyebilecek güç
topluyordu. Yol boyunca Temmuz güneşinin sıcağında kavrulmuş olan anneannem,
Limana vardığımızda yüzüne vuran denizin serin ve yosun kokulu rüzgârına
kendini bırakarak: “Ooooh! Ne serin esti… Ya Rabbi! Şükür sana!” demek
suretiyle Mevlâ’sına şükrediyor, ardından da hem kendisini hem de cümle Ümmet-i
Muhammed’i Cehennem ateşinden koruması için Allah’a dua ediyordu. Deniz bayramı
günleri Trabzon Limanı ana-baba günü olurdu. Anneannem yine de denizde
yapılacak gösterileri seyredebileceğimiz gölge bir yer bulurdu. Önce,
hoparlörün ekolu ve parazitli sesinden yerel yönetimin ileri gelenlerinin,
günün anlam ve önemini anlatan konuşmaları duyulurdu. O konuşmalardan pek bir
şey anlamazdım.
Limanda görünen manzara
tarifsiz güzeldi. Mavi deniz üzerinde bembeyaz motorlar, yelkenliler, rengârenk
kayıklar… Beyaz motorlar daha açıkta nazlı bir gelin gibi ağır ağır seyrederken
arkalarında bıraktıkları beyaz köpükler, Bir gelinin duvağından lacivert denize
serpilen sayısız inci tanelerine benziyordu. Kıyıya yakın gezinen içi Trabzonlu
deniz aşığı gençlerle dolu kayıkların denize vuran akisleri adeta yürüyen
gökkuşağı gibiydi. Kıyıda demirli bir-iki gemi… Hepsinin direkleri renk renk
kâğıttan fenerler, yana-dönerler, uçurtma kuyruğu gibi rengârenk şeritlerle
süslenmiş… Gemilerin güvertelerinde gezinen, esmer olmasa da güneşin yakmasıyla
esmerleşerek Lacivert çizgili beyaz üniformaları içinde beyaz şapkaları altında
bir kat daha yakışıklı görünen denizciler… Belediye Bandosunun çaldığı denizci
marşları bu olağan üstü manzaraya efekt oluşturuyordu.
Kutlamaların keyifli
dilimini oluşturan gösterilerin bir an önce başlaması için sabırsızlanırdım.
Anneannem her gösterinin başlangıcında beni hafifçe dürterek dikkatimi çekerdi:
“Bak şimdi yağlı direğe tırmanacaklar!” derdi. Yağlı direğe tırmanma yarışı çok
gayretli ve çekişmeli olurdu. Limandan denize uzatılmış olan uzun bir direğin
ucuna Bayrağımız dikilirdi. Sonra direk baştan sona yağlanırdı. Yarışmaya
katılan ve hepsi iyi birer yüzücü olan Trabzonlu gençler, ucuna dikili olan Bayrağa
ulaşabilmek için yağlı direğe tırmanırlardı. Ancak, yağlanmamış bir milimetresi
bile kalmamış direğin ucuna kadar gidebilmek her babayiğidin harcı değildi.
Kimi eller daha başlangıçta kayar, sahibi kendini limanın durgun suyunda
bulurdu. Bazıları direğin ortasına kadar dayanabilirdi. Kimisi Bayrağa çok az
mesafe kala yağın kayganlığına yenik düşerdi. Yine de sonunda gençlerden biri
yağlı direğin ucuna kadar giderek bayrağı almayı başarır ve yarışmayı
kazanırdı.
Deniz Bayramı kutlaması
etkinliklerinden bir de yüzme yarışları idi. Yüzme yarışları, “kelebek”,
“kurbağalama” gibi değişik dallarda düzenlenirdi. Anneannem ve benim için yüzme
yarışları farklı bir anlam taşıyordu. Çünkü yarışmacılar arasında, ağabeyim
(Ertunç Büyükkurt) ve teyzemin oğlu (Hacı Mehmet Genç) bulunurdu. Yanlış
hatırlamıyorsam, ikisi de “kelebek yüzme” dalında yarışırlardı. Yüzme yarışları
başlayınca anneannem dikkat kesilir, bir yandan da birbirini geçebilmek için
denizde kıyasıya kulaç atanların kıyıdan minicik görünen kafalarını işaret
ederek: “Bak! Hacı yanındakini geçiyor! Bak! Ertunç geçiyor! Bak! Hacı en öne
geçti” diyerek dikkatimi onlara çekerdi. Ağabeyim de Hacı da Yüzme
yarışmalarını mutlaka derece alarak bitirirlerdi. Hacı’nın birçok birinciliği
ve kupası vardı. Ağabeyiminkiler daha azdı. Çünkü o daha sonraki yıllarda ya
tatillerini İstanbul’da geçirmeye başlamıştı. Onun İstanbul’da Deniz Bayramı
kutlamalarına katıldığını hiç sanmıyorum. Hacı ise Trabzon’daki her yüzme
yarışmasına girerek birincilik alırdı. Bir defasında seçmelerde Trabzon
birincisi olarak Ankara’daki yüzme yarışına gitmişti. Döndüğünde, Ankara’da
havuzda yüzmenin kendisine çok garip geldiğini anlatmıştı. Eee ne de olsa sahil
çocuğu; Neredeyse göbeği denizde kesilmiş.
Aslında kutlama etkinlikleri
akşama kadar sürerdi. Ancak güneşin altında yaşına göre uzu bir yol kat ederek
Limana gelmiş olan anneannem, sonunda sıcağa, güneşe ve yorgunluğa daha fazla
dayanamayarak eve dönmeye karar verirdi. Deniz seyrine doyamamış olsak da,
biraz da dönüş yolunu hesaba katarak anneannem ikindi namazını kaçırmaması için
gözümüz arkada kala kala Limandan ayrılırdık. Merdivenleri, gelirken
indiğimizin iki katı yavaşlıkla çıkarak Taşbaşı’na geldiğimizde, birkaç dakika
durur Denize, limana, manzaraya bakardık. Dönüş yolunda birkaç defa yol
kenarındaki esnafın küçük hasır sandalyelerinde oturarak mola veren anneannem
yine de ikindi namazına eve yetişirdi.
İkindiyi kıldıktan sonra
dinlenmek için yatan anneannem gece yapılacak fener alayı gösterisini seyretmek
üzere güç toplardı. Gece olunca anneannem yine canlanır, elimden tutar beni
Fener alayını seyretmeye götürürdü.
Fener alayını seyrettiğimiz yeşil alan (kırmızı ile sınırlı) Arkada Eski Rum Koleji olan Öğretmen Okulu binası. |
Ganita'nın bugünkü hali. Aşağıdaki siyah-beyaz fotoğrafla karşılaştırma yapabilirsiniz. |
Fener alayını seyretmek için Limana
inmemize gerek yoktu. Öğretmen Okulu binasının arka tarafındaki yeşil
alana gitmek yeterli idi. Evimizin sokağının
sonundaki bu alandan deniz ta ufka kadar görünüyordu. Çünkü bulunduğumuz
mıntıka deniz seviyesinden çok yüksekti. Bir ara çay bahçesi olarak da
işletilen bu alan Deniz Bayramı gecesi Fener alayı saatinde daha çok kadın ve
çocuklarla dolu olurdu. O zaman bu yeşil alanın kenarlarında korkuluklar yoktu.
Hatta bir çocuğun oradan aşağıya düştüğünü anlatırlardı.
Fener alayının önce sesi
gelirdi. Genellikle marşlar çalınırdı. Sesin hemen akabinde Ganita’nın ve
Kale’nin ucundan Fener alayı görünürdü. Denizde arda arda seyreden, direkleri
renk renk ampullerle donanmış ışıl ışıl kayıklar Karadeniz sahilinde resm-i
geçit yaparlardı. Kayıkların direklerine sarılmış ampullerin renk renk
yansımaları, gece karanlığında Karadeniz’in dalgalı siyah yüzeyinde şıkır şıkır
bir görüntü meydana getirirdi ki görülmeye değerdi. Limandan çıkan Fener alayı,
bando çala çala Akçabat açıklarından Yoroz Burnu’na kadar gider yine aynı
şekilde geri dönerdi. Aynı güzergâhta renk ve ışık cümbüşü arasında birkaç tur
attıktan sonra geldiği gibi yine Ganita’nın ve Kale’nin arkasında önce
görüntüsü sonra sesi kaybolarak gösteri sona ererdi.
Gündüz ve gece gördüklerim
beni öylesine etkilerdi ki, eve döndükten sonra daldığım mışıl mışıl çocuk
uykusunda bile rüyamda denizi, süslenmiş gemileri, şıkır şıkır Fener alayını
görürdüm.
Evet! Ben bir sahil
çocuğuyum. Benim için 1 Temmuz Kabotaj ve Denizcilik Bayramı apayrı bir önem
taşıyor. Ancak eminim ki, bugün Kabotaj ve Dnizcilik Bayramı'nı kutlamayı anlamsız bulanlar, bu bayramlarda beni yaşadığım güzellikleri yaşamış olsalardı bu kanaati taşımazlardı. Sevgilerimle.
Başak Ayçin Büyükkurt
[Dönmez]
1 Temmuz 2011
1960'lı yıllarda Ganita Sahili'nde Trabzonlu iki genç. [ Soldaki :ağabeyim Ertunç Büyükkurt] |
ÇOCUKLUĞUMUN MAVİ-BEYAZ GANİTASI'NDAN BİR HATIRA
Benim için, mavinin diğer renkler
arasında daima müstesna bir yeri olmuştur. Çünkü hatırlayabildiğim en eski
anıma gittiğimde, gözümün önüne gelen ilk renk mavidir.
Bazan da bir
yerde, gözüme çarpan mavi, beni anılarımın
mavi- beyaz dalgalarla köpüren denizine daldırır.
Karadeniz’in
koyu mavi ve hırçın dalgalarını yararak, engine açılan gemilerin arkalarında
bıraktıkları beyaz köpükten iz, benim
için her zaman mavinin tamamlayıcısı olmuştur.
Güneşin tam
tepede olduğu öğlen saatlerinde, iri elmas kümelerini andıran çakıl taşlarının
süslediği Ganita Sahili’ne çekilmiş, gövdelerinin yarısı denizin içinde
kalmış, su yüzünde ka-lan bölümü, denize gökkuşağı gibi yansıyan rengarenk
kayıkların oluşturduğu renk cümbüşü gözümün önüne geldiğinde, mazi gözlerimde
buram buram tüter.
Trabzon Limanı’na haftada iki gün vapur gelirdi.Vapurun geldiği
günler, anneannemle vapuru seyretmeye limana giderdik.
Mavi denizin üstünde,
elimi uzatsam sanki tutabilecekmişim gelen o kocaman, beyaz ge- miler…İsimleri: “Ege”, “Trabzon”, “Ordu”, “Samsun”, vs.
Belki, hepsinin adı tam olarak aklımda
kalmamış olabilir.
Ama,vapurun
kalkış saati geldiğinde,vapuru karaya bağlayan halatın çözülmesini, demir alırken, çıpasının, irkilmeme sebep olan büyük
bir gürültüyle denizden çekilmesini,rıhtımdan ayrılırken, feryat ediyormuş gibi
keskin keskin çalan düdüğünü,nihayet, mavi dalgaları yarar-ken, duvağını sürüye
sürüye uzaklara giden bir gelin gibi ardında bembeyaz köpükten bir iz bırakarak,
enginde kaybolmasını çok net hatırlıyorum.
Hatırlayabildiğim ilk evimiz,denize
ancak birkaçyüz metre mesafedeydi Bizim oraların deyimiyle "denize karşı" idi.
Annemin
söylediğine göre, o evde oturduğumuz zaman ben iki buçuk yaşındaymışım. Ama, yine
de bazı şeyleri çok net hatırlıyorum.
Evimiz iki katlıydı.
Alt katta, denize bakan tarafta bir oturma odası vardı.
Eski evlerin duvarları çok kalın olduğu için, pencere içleri
geniş olurdu. Gündüzleri anneannem, beni oturma odasının penceresinin içine oturturdu. Oradan Karadeniz’in engin, güzel maviliğini ve kabaran dalgaların bu güzel maviliğe serpiştirdiği sayısız beyaz köpükleri seyre dalardım.
Evimiz denize yakın olduğu için,
anneannem öğlenden sonraları beni deniz kenarına götürürdü.
O saatlerde
mahallenin kadınlarının çoğu çocuklarıyla birlikte, deniz kenarında olurdu.
Çocuklar ve gençler denize girerken anneler ve büyükanneler,
deniz kenarında oturur, bir yandan elişi yapar, bir yandan da sohbet ederlerdi. Benden onbir yaş
büyük olan ağabeyimde, aynı yerde arkadaşlarıyla birlikte denize girerdi.Babam, ağabeyim, teyzelerim, teyzemin oğulları, kısacası bizim ailede hemen herkes mükemmel yüzücüydü.
Deniz kenarında oyuncaklarım, topladığım çakıl taşları ve deniz kabuklarıydı Kızgın güneşin altında,irili- ufaklı rengarenk çakıltaşlarından, içi sedefli midye kabuklarından yansıyan büyüleyici ışıltıları seyre dalardım.
Evimizin iki sokak ötesinde, bir yazlık sinema vardı. Yaz
gecelerinin serinliğinde, annem ve babamla birlikte balkonda oturur, yazlık sinemadan gelen
sesleri dinlerdik.O zamanlar geceleri, ne otomobil gürültüsü ne de başka bir
ses kirliliği vardı. Sinemada oynayan filmin sesi, gecenin sessizliğinde bizim evden çok net duyulurdu.Annem –babam, daha önceki yıllarda, sinemaya çok gittiklerini, öyle ki artık film seyretmekten bıktıklarını anlatıp dururlardı.
Annem, ağabeyim çocukken onu da yanlarına alarak babamla
birlikte her gece sinemaya gittiklerini, sinemada locada oturduklarını,
yaz gecelerinde Ganita’ya çay içmeye gittiklerini ballandıra ballandıra anlatıyordu.
Onlara o kadar çok yalvarmıştım
ki,bir gece annem ve babam beni Ganit’ya çay içmeye götürdü.Ganita’daki çay
bahçesinde, annemle babamın arasındaki sandelyeye keyiflekuruldum. Masamıza gelen garson, ne istediğimi sorunca, ben büyük bir ciddiyetle: “Kahve!” dedim.Çünkü annem-babam, günde en az üç posta kahve içerlerdi.Hemen itirazlar yükseldi:
“-Olmaz! Çocuklar kahve içmez.”
"-Peki.Çay içeyim bari.”
Annem-babam benim için çay ısmarladı. Biraz sonra çayım geldi.Ama zift gibi kapkara birşey... Evde, anneannemin bana içirdiği çaylara hiç benzemiyordu.Garsonun çayla birlikte getirdiği iki şekeri bardağıma attım. O da ne? Çay acıydı!.. Annemde kendi şekerinin birini attı.
Yine acı! Bu defa babam kendi şekerinin birini attı.Yine acı!. Çay bir türlü tatlanmak bilmiyordu. Şeker atıyoruz atıyoruz tatlanmıyordu. Çayımı bitiremedim. Meğer böyle yerlerin çayı çocuklara göre acı olurmuş.
Annemin, babamın o zift gibi kapkara ve de zehir gibi acı çayı nasıl keyifle içtiklerine şaşıyordum.Onlar, evde de demli çay içiyorlardı. Açık çayı beğenmezler: “Çobanoğun abdest suyu gibi” diyerek dudak bükerlerdi.
O gece beni kırmayarak götürdükleri çay bahçesinde, bana ısmarladıkları çayı bitiremeyip ziyan ettiğim için çok utanmıştım.
TRABZON'UN RUS İŞGALİNDEN KURTULUŞUNUN 96. YIL DÖNÜMÜ DOLAYSIYLA
SÖZLERİ BİR TÜRLÜ DOĞRU OKUNAMAYAN MUHACİRLİK TÜRKÜSÜ
Trabzon, yeşille mavinin kucaklaştığı Karadeniz'in iyice bir doğusunda önemli bir liman şehridir.
1461 yılında Fatih Sultan Mehmet Han tarafından fethedilerek Osmanlı Devleti topraklarına katıldıktan sonra "şehzadeler şehri" olmuştur.
Minarelerinden gürül gürül ezan seslerinin yükseldiği bu güzel vilayetin bahtı,1914 yılında Osmanlı Devleti'nin adeta bir maceraya atılır gibi I. Dünya Savaşı'na girmesiyle kararmaya başlamıştır.
Trabzon, 17 Kasım 1914 tarihinden itibaren, Rus savaş gemileri tarafından defalarca şiddetle bombardıman edilmiştir. Karadeniz'de dolaşan Rus savaş gemilerinin ablukaya almış olduğu Trabzon'un ahalisi, yoklukla, her bombardımandan sonra yangınlara, havadan yağan şarapnel sağanağıyla canını dişine takarak mücadele etmiştir, ta ki 15 Şubat 1916 günü Erzurum, Ruslar tarafından işgal edilinceye kadar...
Erzurum'un işgali ile yolu açılan Ruslar, Doğu Karadeniz'de eskisinden hızlı ilerliyorlardı.
Eli silah tutan genç erkekleri cephelerde savaşmakta olan, kalanlarının çoğunluğunu da yaşlı, hasta, çocuk, kadın ve savaşamayacak durumdaki erkeklerin oluşturduğu Trabzon halkının, canını özellikle de namusunu işgal güçlerinin elinden kurtarmak için batıya doğru göç etmekten başka çaresi kalmamıştı.
Trabzon halkı, karlı, tipili kış günlerinin dondurucu soğuğunda, sırtında yatalak hastası, yanında ancak götürebildiği bir yorgan bir döşekle, kadın, erkek, yaşlı, hasta, çoluk-çocuk, batıya doğru nerede sonlanacağı bilinmeyen karanlık bir yolculuğa çıkmıştı.
Kimi güçbela bulabildiği kayıklarla denizden, kimi yayan olarak karadan gidiyordu.
İşte yaklaşık 97 yıl öncesinin acılarını günümüze ulaştıran türküdeki "Muhacirlik" böylece başlamıştı.
Şimdi, türkümüzü o günleri 17 yaşında bir genç iken yaşamış olan anneannemin ağzında dinlediğim gibi doğru olarak aktarmak ve sözlerini analiz etmek istiyorum.
Önce şunu belirtmeliyim ki edebiyatımızdaki anonim şiirlerde
"selamet"
"kıyamet"
"emanet"
"meteriz"
"atarız"
yeteriz"
kelimeleriyle oluşmuş kafiyelere sıkça rastlanır. Kafiyesi bu kelimelerle oluşturulmuş türkülerde dikkat edilmesi gereken husus türkünün sözlerinde geçen özel isimlerdir. Kafiyeler aynı da olsa bu özel isimler, o türküleri, üzerine yakıldıkları olaylara has kılmaktadır.
MUHACİRLİK TÜRKÜSÜ
Trabzon'dan çıktım başım selamet
Çavuşlu'ya geldik koptu kıyamet
(-Çavuşlu: Trabzon'un ilçelerinden Vakfıkebir'in bir köyüdür. 18 Nisan 1916 günü Ruslar, Trabzon'u fiilen işgal etmişlerdi. 19 Nisan 1916 günü iki Rus Torpidosu Vakfıkebir ve Şarli (Beşikdüzü) sahillerini bombardıman etmiş, bu bombardımanda batıya doğru göç eden 182 muhacir şehit olmuştu.
-- Muhacirlik türküsünün sözlerinde bu kısımı: "Elevi'ye geldik koptu kıyamet" şeklinde de söylenmektedir. Elevi, Görele'nin eski adıdır. Trabzon'u işgal ettikten sonra batıya doğru ilerleyen Ruslar, Görele ve Tirebolu'yu defalarca bombardıman etmişler, özellikle Tirebolu'yu adeta harabeye çevirmişlerdi. Trabzon'dan çıkan batıya doğru yola çıkan muhacirler, nereye gitmişlerse Rus bombardımanı ile karşılaşmışlar, kah kayıklarla yol alırken denizde, kah karadan giderken vadilerde Rus ordusunun ateşine maruz kalmışlardır.)
"Arkadaşlar kaptanıma emanet"
(Kayık bulabilenler muhacirliğe denizden kayıklarla çıkmışlardı. Türkünün bu kısmı "Ey Allahım annem sana emanet" şeklinde de söylenirdi.)
Muhacirlik şimdi de büküyor belimi
(Bu kısımda "muhacirlik" yerine "seferberlik" kelimesini kullanmak yanlıştır. Çünkü bu türkü muhacirlik üzerine yakılmıştır. Muhacirlik başka seferberlik başkadır.)
Kafir Urus yaktı da yıktı evimi
( Doğu Karadeniz halkının muhacirliği, Rus işgali yüzünden yaşanmış toplumsal bir felakettir. Sözleri, tarihi gerçekleri yansıtmaktadır. Bunu "düşman" gibi muğlak bir kelime ile geçiştirmek türkünün yakılış sebebini yansıtmaktan çok uzaktır.
1914-1918 yılları arasındaki şiddetli Rus bombardımanları sırasında Trabzon Vilayeti ve ona bağlı kasaba ve köylerde birçok ev yıkılmış, tahrip olmuş, yangınlar çıkmıştır. En acısı da muhacirliğe çıkarken evlerini sapasağlam bırakan muhacirler, 24 şubat 1918'de Trabzon'un kurtuluşundan sonra geri döndüklerinde yıkılmış olarak bulmuşlardır.
Ayrıca "yakılıp yıkılmış ev" motifi mecazi olarak dağılmış, fertleri birbirini kaybetmiş aileleri de ifade etmektedir. )
Türkünün ikinci kısmı şöyledir:
Trabzon'un etirafı (etrafı) meteriz
Meterizden telli de kurşun atarız
Dört kardeşiz bir orduya yeteriz
Muhacirlik şimdi de büküyor belimi
Kafir Urus yaktı da yıktı evimi
Son olarak şunu belirtmek isterim, okuduğunuz yazı, muhacirliği anlatmak amacıyla değil, Muhacirlik Türküsü'nün sözleri üzerinde mütalaada bulunmak için kaleme alınmıştır.
Yüce Allah, o kara günleri bir daha göstermesin.
Başak Ayçin Dönmez
SÖZLERİ BİR TÜRLÜ DOĞRU OKUNAMAYAN MUHACİRLİK TÜRKÜSÜ
Trabzon, yeşille mavinin kucaklaştığı Karadeniz'in iyice bir doğusunda önemli bir liman şehridir.
1461 yılında Fatih Sultan Mehmet Han tarafından fethedilerek Osmanlı Devleti topraklarına katıldıktan sonra "şehzadeler şehri" olmuştur.
Minarelerinden gürül gürül ezan seslerinin yükseldiği bu güzel vilayetin bahtı,1914 yılında Osmanlı Devleti'nin adeta bir maceraya atılır gibi I. Dünya Savaşı'na girmesiyle kararmaya başlamıştır.
Trabzon, 17 Kasım 1914 tarihinden itibaren, Rus savaş gemileri tarafından defalarca şiddetle bombardıman edilmiştir. Karadeniz'de dolaşan Rus savaş gemilerinin ablukaya almış olduğu Trabzon'un ahalisi, yoklukla, her bombardımandan sonra yangınlara, havadan yağan şarapnel sağanağıyla canını dişine takarak mücadele etmiştir, ta ki 15 Şubat 1916 günü Erzurum, Ruslar tarafından işgal edilinceye kadar...
Erzurum'un işgali ile yolu açılan Ruslar, Doğu Karadeniz'de eskisinden hızlı ilerliyorlardı.
Eli silah tutan genç erkekleri cephelerde savaşmakta olan, kalanlarının çoğunluğunu da yaşlı, hasta, çocuk, kadın ve savaşamayacak durumdaki erkeklerin oluşturduğu Trabzon halkının, canını özellikle de namusunu işgal güçlerinin elinden kurtarmak için batıya doğru göç etmekten başka çaresi kalmamıştı.
Trabzon halkı, karlı, tipili kış günlerinin dondurucu soğuğunda, sırtında yatalak hastası, yanında ancak götürebildiği bir yorgan bir döşekle, kadın, erkek, yaşlı, hasta, çoluk-çocuk, batıya doğru nerede sonlanacağı bilinmeyen karanlık bir yolculuğa çıkmıştı.
Kimi güçbela bulabildiği kayıklarla denizden, kimi yayan olarak karadan gidiyordu.
İşte yaklaşık 97 yıl öncesinin acılarını günümüze ulaştıran türküdeki "Muhacirlik" böylece başlamıştı.
Şimdi, türkümüzü o günleri 17 yaşında bir genç iken yaşamış olan anneannemin ağzında dinlediğim gibi doğru olarak aktarmak ve sözlerini analiz etmek istiyorum.
Önce şunu belirtmeliyim ki edebiyatımızdaki anonim şiirlerde
"selamet"
"kıyamet"
"emanet"
"meteriz"
"atarız"
yeteriz"
kelimeleriyle oluşmuş kafiyelere sıkça rastlanır. Kafiyesi bu kelimelerle oluşturulmuş türkülerde dikkat edilmesi gereken husus türkünün sözlerinde geçen özel isimlerdir. Kafiyeler aynı da olsa bu özel isimler, o türküleri, üzerine yakıldıkları olaylara has kılmaktadır.
MUHACİRLİK TÜRKÜSÜ
Trabzon'dan çıktım başım selamet
Çavuşlu'ya geldik koptu kıyamet
(-Çavuşlu: Trabzon'un ilçelerinden Vakfıkebir'in bir köyüdür. 18 Nisan 1916 günü Ruslar, Trabzon'u fiilen işgal etmişlerdi. 19 Nisan 1916 günü iki Rus Torpidosu Vakfıkebir ve Şarli (Beşikdüzü) sahillerini bombardıman etmiş, bu bombardımanda batıya doğru göç eden 182 muhacir şehit olmuştu.
-- Muhacirlik türküsünün sözlerinde bu kısımı: "Elevi'ye geldik koptu kıyamet" şeklinde de söylenmektedir. Elevi, Görele'nin eski adıdır. Trabzon'u işgal ettikten sonra batıya doğru ilerleyen Ruslar, Görele ve Tirebolu'yu defalarca bombardıman etmişler, özellikle Tirebolu'yu adeta harabeye çevirmişlerdi. Trabzon'dan çıkan batıya doğru yola çıkan muhacirler, nereye gitmişlerse Rus bombardımanı ile karşılaşmışlar, kah kayıklarla yol alırken denizde, kah karadan giderken vadilerde Rus ordusunun ateşine maruz kalmışlardır.)
"Arkadaşlar kaptanıma emanet"
(Kayık bulabilenler muhacirliğe denizden kayıklarla çıkmışlardı. Türkünün bu kısmı "Ey Allahım annem sana emanet" şeklinde de söylenirdi.)
Muhacirlik şimdi de büküyor belimi
(Bu kısımda "muhacirlik" yerine "seferberlik" kelimesini kullanmak yanlıştır. Çünkü bu türkü muhacirlik üzerine yakılmıştır. Muhacirlik başka seferberlik başkadır.)
Kafir Urus yaktı da yıktı evimi
( Doğu Karadeniz halkının muhacirliği, Rus işgali yüzünden yaşanmış toplumsal bir felakettir. Sözleri, tarihi gerçekleri yansıtmaktadır. Bunu "düşman" gibi muğlak bir kelime ile geçiştirmek türkünün yakılış sebebini yansıtmaktan çok uzaktır.
1914-1918 yılları arasındaki şiddetli Rus bombardımanları sırasında Trabzon Vilayeti ve ona bağlı kasaba ve köylerde birçok ev yıkılmış, tahrip olmuş, yangınlar çıkmıştır. En acısı da muhacirliğe çıkarken evlerini sapasağlam bırakan muhacirler, 24 şubat 1918'de Trabzon'un kurtuluşundan sonra geri döndüklerinde yıkılmış olarak bulmuşlardır.
Ayrıca "yakılıp yıkılmış ev" motifi mecazi olarak dağılmış, fertleri birbirini kaybetmiş aileleri de ifade etmektedir. )
Türkünün ikinci kısmı şöyledir:
Trabzon'un etirafı (etrafı) meteriz
Meterizden telli de kurşun atarız
Dört kardeşiz bir orduya yeteriz
Muhacirlik şimdi de büküyor belimi
Kafir Urus yaktı da yıktı evimi
Son olarak şunu belirtmek isterim, okuduğunuz yazı, muhacirliği anlatmak amacıyla değil, Muhacirlik Türküsü'nün sözleri üzerinde mütalaada bulunmak için kaleme alınmıştır.
Yüce Allah, o kara günleri bir daha göstermesin.
Başak Ayçin Dönmez
Gülbaharhatun Köprüsü ve Trabzon Kalesi / Trabzon |
Trabzon'un en güzel köşelerinden Ganita |
Gülbaharhatun Camii ve Türbesi / Trabzon |
Ganita sahili / Trabzon |
.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder