CUMANIZ MÜBAREK OLSUN |
Merhaba!
Başağın Huzur Köşesi'ne hoşgeldiniz. Dileğim, bloğumu bütün izleyenlerin, sayfalarımda huzur bulmasıdır.
Henüz yapım aşamasında olan bloğumda, ilerleyen zamanla birlikte, sizi gün boyu yaşadığınız streslerden uzaklaştıracak, aynı zamanda faydalı bilgiler kazanacağınızı umduğumbir dünyanın kapısı aralanacak.
Hep birlikte, kimi zaman gül bahçelerinde gezine ceğiz, kimi zaman, gurubu seyredeceğiz dalgaların beyaz köpük lerden güller saçtığı sahillerde...
Kimi zaman, türk şiirinin üstad larının mısralarına tutunarak, İstanbul'un ihtişamını bir başka tepeden seyredeceğiz, yorulduğumuzda Faruk Nafiz'in "Hanı"n da konaklayarak duvarlardaki yazıları şişesi is bağlamış bir lambanın ışığında okuyacağız.
Kimi zaman, bir ebru teknesinin üzerine eğilerek rengârenk hayallerimizi seyre dalacağız.
Bir kaç yüzyıllık bir yazma kitabın sayfalarına nakşedilmiş altınlar, kuyumcu vitrininde gördüklerimizden çok kamaştıracak gözlerimizi...
Minyatürlerin zaman tünelinden geçerek "Alice" gibi farklı bir dünyaya adım atacağız. Eski, yeni bir sürü kitabı yeniden keşfedeceğiz birlikte...
Hazret-i Muhammed (s.a.v.)'in hadisi şeriflerini okuyarak şerefleneceğiz, Mevlana'nın özlü sözleriyle tefekküre dalacağız, Yunus Emre'nin mısralarıyla bir kere daha öğreneceğiz dünyaya kavga için değil, sevgi için gel diğimizi...
Kimi zaman örgü örecek, dikiş dikeceğiz. Sevgiler!
Henüz yapım aşamasında olan bloğumda, ilerleyen zamanla birlikte, sizi gün boyu yaşadığınız streslerden uzaklaştıracak, aynı zamanda faydalı bilgiler kazanacağınızı umduğumbir dünyanın kapısı aralanacak.
Hep birlikte, kimi zaman gül bahçelerinde gezine ceğiz, kimi zaman, gurubu seyredeceğiz dalgaların beyaz köpük lerden güller saçtığı sahillerde...
Kimi zaman, türk şiirinin üstad larının mısralarına tutunarak, İstanbul'un ihtişamını bir başka tepeden seyredeceğiz, yorulduğumuzda Faruk Nafiz'in "Hanı"n da konaklayarak duvarlardaki yazıları şişesi is bağlamış bir lambanın ışığında okuyacağız.
Kimi zaman, bir ebru teknesinin üzerine eğilerek rengârenk hayallerimizi seyre dalacağız.
Bir kaç yüzyıllık bir yazma kitabın sayfalarına nakşedilmiş altınlar, kuyumcu vitrininde gördüklerimizden çok kamaştıracak gözlerimizi...
Minyatürlerin zaman tünelinden geçerek "Alice" gibi farklı bir dünyaya adım atacağız. Eski, yeni bir sürü kitabı yeniden keşfedeceğiz birlikte...
Hazret-i Muhammed (s.a.v.)'in hadisi şeriflerini okuyarak şerefleneceğiz, Mevlana'nın özlü sözleriyle tefekküre dalacağız, Yunus Emre'nin mısralarıyla bir kere daha öğreneceğiz dünyaya kavga için değil, sevgi için gel diğimizi...
Kimi zaman örgü örecek, dikiş dikeceğiz. Sevgiler!
23 Kasım 2012 Cuma
TRABZON s o n h a b e r: Trabzon Ayasofya: Yetkililerden Vefa Bekliyor
TRABZON s o n h a b e r: Trabzon Ayasofya: Yetkililerden Vefa Bekliyor: 1958-62 onarımı sırasında yerinden alınan Ayasofya Kule Minaresinin âleminin yerine takılması için yetkililerden vefa bekleniyor: Ayasofya K...
21 Kasım 2012 Çarşamba
ŞEHİR YAZILARI: TRABZON BÜYÜR GÖZBEBEKLERİMDE
ŞEHİR YAZILARI: TRABZON BÜYÜR GÖZBEBEKLERİMDE: M.NİHAT MALKOÇ Cihan padişahı Kanunî Sultan Süleyman’ın doğduğu, yedi yaşına kadar yaşadığı, babası Yavuz Sultan Selim’in 22 yıl valilik ...
20 Kasım 2012 Salı
40 YIL ÖNCE ELEKTRİKLER KESİLDİĞİNDE
Arkada teyzem, önde soldan sağa: Ben, anneannem ve Feriha |
40 YIL ÖNCE ELEKTRİKLER
KESİLDİĞİNDE
Televizyonun resmini yabancı
dergilerin yerli adaptasyonlarında görüyorduk. Bilgisayarın varlığından bile
haberimiz yoktu. Bir radyo vardı dinlediğimiz... Trabzon Radyosu yayın hayatına
yeni geçmişti. Ancak Trabzon'da şehir elektriği en şiddetsiz fırtınada bile
kesilirdi 60'lı yıllarda... Uzun kış gecelerinde radyo da dinleyemezsin. Pilli
radyodan mı dinleseydik? Yoktu ki o zamanlar. Olsaydı yeni çıkan her elektronik
eşyayı herkesten önce alıp eve getiren babam onu da mutlaka alırdı. Her
neyse... Mevsim kış, şehir desen Trabzon; Yani hemen hava kararıyor, arkası gaz
lambası ışığında geçirilecek uzun bir gece... Ödevlerimizi gaz lambası ışığında
yapıyoruz, o da yetmiyor annem bir mum yakarak önümüze koyuyor. Zar zor
ödevleri bitiriyoruz. Arkası uyku. Peki ya cumartesi geceleri? Ertesi gün tatil…
O gece anne ve babalarımızla biraz daha vakit geçirmek hakkımız. Aksi gibi
elektrik de kesildi. Radyo dinleyemezsin, gazete, kitap okuyamazsın. Bir gaz
lambasının ışığı hangimize yetsin? İşte o zaman türlü ev aktiviteleri devreye
giriyor. "İsim-şehir oynamak" da bu aktivitelerden biri. Hemen geçen
yıldan kalma defterlerimizden birer sayfa koparıyoruz. Her ne kadar gaz lambası
ve mum ışığında da olsa siyah kurşun kalemle yazılan yazılar beyaz kağıtta
rahatlıkla okunuyor. Ferim'le oynayacağız. Fakat iki kişiyle tadı çıkmıyor.
Hemen anneme yalvarıyoruz. Bizi kıramayan annem bize katılıyor. Babamı da
çağırıyoruz. Her zamanki ağırlığıyla teklifimizi nazikçe geri çeviriyor. Annemi
kadroya almak bize yetmiyor, teyzemden rica ediyoruz o da katılıyor, zaman
zaman eniştemi de aramıza alıyoruz. Onun ve annemin bilgisi bizden çok. Biraz
haksız rekabet gibi görünse de arada bir bizi motive etmek için bildikleri
isimleri bilmemiş gibi yazmıyorlar. Oyun tam hararetlenmişken elektrikler
geliveriyor. Eniştem hemen elektrikler kesilmeden önce okumakta olduğu
gazetesini eline alırken annem, babamın yanına dönüyor. Kaldık mı yine Feri ile
ikimiz. En keyifli isim-şehirleri ise Gülçin yengemler bize geldiğinde oynardık.
Birten, Erdinç, Feriha ve ben ... Tam
dört çocuğuz. Bir de Kadir var, amcamın en küçük oğlu. O henüz okula gitmiyor.
Oyuna katılmış gibi olsun diye onun eline de kağıt-kalem veriyoruz, biz
yazarken o da bir şeyler karalıyor. Onlarla birlikte isim-şehir oynamak için
elektriğin kesilmesine ihtiyaç yok. Ne zaman başka oyunlar oynarken kikirdesek
ve gürültü çıkardık diye büyüklerimizden uyarı alsak hemen isim-şehir oynamaya
oturuyoruz. Ne de olsa düşünerek oynanan bir oyun. O da yetmezse
"Tıp" oynuyorduk, bizi susturmak isteyen büyüklerimize tavır olsun
diye.
Elektriksiz gecelerin aktivitesi
yalnız isim-şehir oynamak değildi.
Çeşitli gölge oyunları oynardık, gaz lambasının ışığının duvarda
devleştirdiği gölgelerle… Bu iş için en
çok parmaklarımızı kullanırdık. İncecik çocuk kolumuzu az bükünce yılan
oluverirdi duvarda, minicik yumruğumuz da yılanın başı... Parmaklarımızla kurt,
tavşan, gagası kıvrık kartal gölgesi yapardık duvarlara… Her yeni buluğumuz
figürü övüne övüne gösterirdik büyüklerimize.
Gölge oyunundan sıkıldığımızda
henüz uyumamış olan anneannemin başına ekşirdik: “Hadi bize masal anlat.” diye.
Bir-iki nazlanan anneannem “Bir varmış, bir yokmuş, deve tellel iken, pire
berber iken, ben babamın beşiğini tıgır mıngır sallar iken…” diye başlardı
masala… Başlardı da arkasını getiremezdi bir türlü: “Hangisini anlatayım?” diyerek bize seçme şansı tanırdı. Sanki o
uzun ve elektriksiz gecede bildiği bütün masalları anlattırmadan onu
bırakacakmışız gibi… “Keloğlan”la başlardı masallar dizisi. Ardından “Kahveci
Güzeli”, “Maymûne”, “Kirazoğlu”, ormanda birlikte kaybolan “Pirinç ve Turunç”
kardeşlerin masalı. O masalı dinlerken kendimi Pirinç, ağabeyimi de Turunç’un
yerine koyardım. Ağabeyimin adı Ertunç’tu ama annem ona her zaman “Turunç” diye
hitap ederdi. O masaldan aklımda yalnız şu tekerleme kalmış:
“Turunç”
“Lebbeyk pirinç”
“Tut Pirinç Hanım’ın elinden”
“Düşmesin incili nalinden”
İncili nalin! Nalinin ne olduğunu
biliyordum. Zira tokyo giymenin henüz yaygınlaşmadığı 60’lı yıllarda,
tuvalette, banyoda, çarşı hamamında, evlerin avlu ve bahçelerinde nalin
giyilirdi. Gerçi biz kendi aramızda ona “takunya” derdik ama anneannem,
takunyanın kibar adının nalin olduğunu bana öğretmişti. Hatta “nalın” değil
“nalin” derdi. Nalini biliyordum ama ya incilisi? İncili nalin nasıl bir şeydi
acaba? Hayatımda hiç inci görmemiştim. Yine de Hac’dan dönen bir ahbabının
anneanneme getirdiği tespihin boncuklarına benzediğini biliyordum.
Hayat
Mecmualarında tuvaletli boy boy fotoğraflarını gördüğüm Kraliçe Elizabeth ve
Prenses Süreyya’nın boynundaki kolyelerden de az- buçuk tanıyordum inciyi…
Ancak yuvarlak boncuk olan
inciler, nalinlerin üzerinde kopup düşmeden nasıl durabilirlerdi? Neyle
yapıştırılıyorlardı ki düşmüyorlardı? Düşünüyor, düşünüyor sonunda buluyordum.
Gülçin yengemin gümüşlü nalinleri vardı. Gümüş işlemeli hamam tası ile birlikte
evindeki ceviz büfenin camlı gözünde dururdu. Onlara hiç elimi sürmemiştim.
Ancak her gidişimde burnumu büfenin camına yapıştırırcasına gümüşlü nalinleri
incelerdim. İncili nalin de onun gibi bir şey olmalıydı. Bu masalın kahramanı
olarak incili nalinlerle ormanda gezindiğimi hayal ederdim.
Anneannem masalın bir yerinde
nefes almak için durakladığında, artık ezbere bildiğimiz masala devam etmeye
kalkınca anneannem: “Dinlemeyecekseniz anlatmayacağım.” diye bizi tehdit yollu uyarırdı. Üçüncü
masaldan sonra zavallı yaşlı anneanneciğim yorulur: “Masal da burada bitmiş.” diyerek
masallar dizisinin sonunu bağlamaya kalkınca itirazlar yükselirdi. Fakat
anneannem:
“Yeter artık yoruldum.” diyerek
olaya son noktayı koyardı.
Biz durur muyuz? İkimiz birden:
“Anneanne! Anneanne! Bize bilmece
sor!” diye yapışırdık.
Anneannem:
“Yoruldum. Bilmece filan soramam.”
derdi kararlı bir tavırla.
Yine başına tebellâş olurduk:
“Öyleyse biz sana soralım.”
O ana kadar bizi çaktırmadan
izleyen annem:
“Anneannenizi rahat bırakın. Bana
sorun.”
Bir Feriha sorardı, bir ben… Annem
ikisini de bilirdi. İkimiz birden anneme:
“Cevapları nereden biliyorsun? “
diye sorar, anneannemin işaretle gizlice anneme tüyo verdiğini sanırdık. Annemi
de anneannemin yetiştirdiği, onun da aynı masal ve bilmecelerle büyümüş olduğu
çocuk aklımıza gelmezdi. Annemi kendimiz gibi çocuk olarak düşünemezdik ki!
Sonunda bilmece sorma sırası
anneme gelirdi; Aha da ranzaaa! Annem bir bilmece sorardı ki bil bilebilirsen.
Peki ama biz bu bilmeceyi anneannemden hiç duymamıştık. Annemden ipucu
isterdik. Annem öyle ipuçları verirdi ki bilmeceden daha çetrefilli… Teyzem,
anneannemin arkasına saklanmış odanın alacakaranlığından da faydalanarak
işaretlerle bize tüyo vermeye çalışırdı. Aksi gibi işaretten-işmardan da hiç
anlamam. Allah’tan Feriha, annesinin işaret diline aşina olduğu için teyzemin
ne anlatmak istediğini kestirir ve doğru cevabı bulurdu. Annem ise teyzemin
bize yardım etmesini görmezden gelirdi. Sonra teyzem bir bilmece sorardı ki,
tam bir zeka testi…
Büyükler bizimle oynamaktan
bıkınca bizim için oyalanacak bir tek şey kalırdı. Yana yana eriyen mumun
kenarındaki sızıntıları alarak sıcak sıcak şekil vermek. En çok da mumdan tırnak yapardık kendimize.
Tırnak uzatmamız yasak olduğu için midir nedir, Saklambaç Gazetesi’nin, Hayat
ve Ses Mecmualarının sayfalarında gördüğümüz kadın artistlerin uzun ve
manikürlü tırnaklarına özenirdik. Mumdan takma tırnakları, tırnaklarımızın
üzerine sıcak sıcak tuttururduk. Fakat on parmağımızdan daha beşinin bile
tırnağını tamamlamadan tırnaklarımızın üzerindeki mum soğur, tırnaklarımız
patır patır düşerdi. O karanlıkta nereye düştüğünü bul bulabilirsen. Bu son
aktivite de bittiğinde hala elektrik gelmemişse bize artık gidip uyumaktan
başka yapacak bir şey kalmazdı. Ertesi sabah aydınlığa uyandığımızda ise bizi
masanın üzerine yayılıp erimiş mumlar ve yerlere saçılmış, eğri büğrü mum
tırnaklar karşılardı.
Başak Ayçin Büyükkurt / Dönmez
Her hakkı yazarına aittir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)