Powered By Blogger

Merhaba!

Başağın Huzur Köşesi'ne hoşgeldiniz. Dileğim, bloğumu bütün izleyenlerin, sayfalarımda huzur bulmasıdır.
Henüz yapım aşamasında olan bloğumda, ilerleyen zamanla birlikte, sizi gün boyu yaşadığınız streslerden uzaklaştıracak, aynı zamanda faydalı bilgiler kazanacağınızı umduğumbir dünyanın kapısı aralanacak.
Hep birlikte, kimi zaman gül bahçelerinde gezine ceğiz, kimi zaman, gurubu seyredeceğiz dalgaların beyaz köpük lerden güller saçtığı sahillerde...
Kimi zaman, türk şiirinin üstad larının mısralarına tutunarak, İstanbul'un ihtişamını bir başka tepeden seyredeceğiz, yorulduğumuzda Faruk Nafiz'in "Hanı"n da konaklayarak duvarlardaki yazıları şişesi is bağlamış bir lambanın ışığında okuyacağız.
Kimi zaman, bir ebru teknesinin üzerine eğilerek rengârenk hayallerimizi seyre dalacağız.
Bir kaç yüzyıllık bir yazma kitabın sayfalarına nakşedilmiş altınlar, kuyumcu vitrininde gördüklerimizden çok kamaştıracak gözlerimizi...
Minyatürlerin zaman tünelinden geçerek "Alice" gibi farklı bir dünyaya adım atacağız. Eski, yeni bir sürü kitabı yeniden keşfedeceğiz birlikte...
Hazret-i Muhammed (s.a.v.)'in hadisi şeriflerini okuyarak şerefleneceğiz, Mevlana'nın özlü sözleriyle tefekküre dalacağız, Yunus Emre'nin mısralarıyla bir kere daha öğreneceğiz dünyaya kavga için değil, sevgi için gel diğimizi...
Kimi zaman örgü örecek, dikiş dikeceğiz. Sevgiler!
































23 Mart 2012 Cuma

DENİZKABUKLARI ÖLMESİN



Bir sahil kenti çocuğu olarak tüm çocukluğum deniz kenarında geçti. Hele ilk hatırladığım evimiz denize o kadar yakındı ki denizi evimizin bahçesi, dalgaların beyaz köpüklerini bahçemizin gülleri sanırdım. Yaz boyunca bütün günümü geçirdiğim deniz kenarındaki kumların ve çakılların arasından topladığım deniz kabuklarından oluşan zengin bir koleksiyonum vardı. Güneşin ışınları vurdukça gökkuşağının yedi rengini veren içi sedefli midye kabukları, Hayat ve Ses mecmualarında resimlerini gördüğüm yelpazeleri andıran deniztarakları, anneannemin tespihinin imamesi gibi uzun ve sedefli deniz minareleri, kulağıma tutuğum zaman dalgaların hışırtısını işittiğim helezon şeklinde ve içi cilalanmış gibi parlayan denizkulakları ve daha niceleri… Hatta içi sedefli midye ve istiridye kabuklarımı acaba içlerinde inci oluştu mu diye zaman zaman kontrol ederdim.

Ancak o zamanlar onların, denizin içinden minik kollarımla uzanabildiğim derinlikten çıkardığım rengârenk ve saydam deniz taşlarından farklı olduklarını, bir canlının bedeninin bir parçası olduklarını bilmediğimden deniz kabuklarına süs eşyası muamelesi yapardım. Oysa onların hepsi denizin içinde iken tıpkı insan gibi canlı, hareket eden, beslenen, üreyen, bir tehlike ile karşılaştığında korkan, ölürken can acısı çeken varlıklardı.

Çocukken bunu bilmesem de hiçbir zaman bir deniz kabuğunu denizin içinden çıkarıp çakıllara atarak ölümüne sebep olmadığım için çok mutluyum. Zaten o zamanlar hiç kimse deniz kabuklarını denizden toplayıp karada öldürerek süs eşyası yapmakta kullanmazdı. Sadece dalgalarla sahile vuran ancak denize dönemediği için kendiliğinden ölerek kum ve çakılların arasında kuruyup kalmış deniz kabukları toplanırdı.

Fakat ilerleyen zamanla ters orantılı olarak merhamet duygusu azalan insanlara kendiliğinden karaya vurarak ölmüş deniz kabukları, denizyıldızlarının miktarı kâfi gelmedi. Artık bu sevimli deniz canlıları, saatlerce kumları ve çakılları eşeleyerek onların çoktan kurumuş kabuklarını toplayarak eteğine dolduran küçük çocukların masum oyuncakları olmaktan çıktı. Gözlerini para hırsı bürümüş olan yetişkinler, her biri Allah (c.c.)’ın yarattığı harikalardan birer örnek olan bu canlıların kabuklarının ticaretini yapmak için, giderek daha fazla kazanmak için deniz kabuklarını acımasızca katletmeye başladılar. Onları, yaşam alanları olan denizden ağlarla yakalayarak, yuva edindikleri kayalardan bıçaklarla kazıyarak karaya fırlattılar. Deniz suyundan mahrum kalan bu güzel hayvancıklar, kumların, çakıllarında üzerinde soluksuz kalarak topluca can verdiler.

Sonra içlerinde ki cansız bedenleri kurusun ve kabuklarından ayrılsın diye güneşin altında bırakıldılar. Kuruduktan sonra kabuklarını tutkallarla birbirine yapıştırarak süs eşyaları, biblolar, delerek küpeler ve kolyeler yaptılar. Onları özellikle denizsiz ülkelerden gelen turistlere satarak kanlı servetler edindiler. Bir canlıya bunca vahşeti ancak insan yapabilirdi.

Yazıma güzelliği yüzünden en çok katledilen deniz canlılarından olan denizyıldızının biyolojisini anlatan bir metinle son vermek istiyorum. Eminim onu okuduktan sonra buzdolabınızın kapağında veya evinizin bir yerinde kurutulmuş bir denizyıldızı varsa artık ona bakamayacaksınız.

Başak Ayçin Büyükkurt [Dönmez]


DENİZ YILDIZI

“Denizyıldızı, hayvanlar aleminin derisi dikenliler şubesine bağlı Asteroidea sınıfından olan deniz omurgasızlarına verilen ortak ad. Balıklarla az da olsa benzerlik gösterdiğinden nadiren yıldızbalığı olarak da adlandırılır. En tipik denizyıldızları beş kolludur ve bu kollar ile ortadaki gövde diskinin üstü sert dikenlerle kaplıdır.

Bilimsel Sınıflandırma

  • Alem: Animalia (Hayvanlar)
    • Şube: Echinodermata (Derisi dikenliler)
      • Sınıf: Asteroidea (Denizyıldızları)
        • Takımlar
          • Brisingida (100 tür)
          • Forcipulatida (300 tür)
          • Paxillosida (255 tür)
          • Notomyotida (75 tür)
          • Spinulosida (120 tür)
          • Valvatida (695 tür)
          • Velatida (200 tür)

Karaya vurmuş bir denizyıldızına daha ilk bakışta bu ilginç hayvanın adının nereden kaynaklandığı hemen anlaşı­lır. Derisidikenlilerden olan denizyıldızının görünümü, ortadaki bir diskin çevresinden ışınsal olarak uzanan kollarıyla gerçekten bir yıldız motifini andırır. Çünkü bazı türlerde kol sayısı değişirse de tipik bir denizyıldızının beş tane kolu vardır. Bu kolların ve ortadaki gövde diskinin üstü genellikle kemiksi levha­larla, kısa dikenlerle ve küçük kıskacımsı organlarla kaplıdır. İçi oyuk olan kolların alt yüzeyinde ise bir oluk boyunca sıralanmış çok sayıda kısa ve ucu kapalı borucuk bulunur. Bunlar denizyıldızının hem yer değiştirmesi­ni, hem de avlanmasını sağlayan "tüp ayak"larıdır.
Tüp ayakların hepsi gövdenin içini ağ gibi saran bir boru şebekesiyle bağlantılıdır. Göv­de diskinin üst yüzeyindeki küçük bir delikten içeriye çekilen su önce bu boruları, sonra tüp ayakları doldurarak ayakların gerilip dışarıya doğru uzamasını sağlar. Tüp ayaklar içeriye çekildiği zaman da su girdiği yoldan dışarı atılır. Bazı denizyıldızlarının tüp ayaklarının ucunda sert yüzeylere sıkıca tutunabilen birer çekmen (vantuz) bulunur.
Denizyıldızının başlıca besini mercan polip­leri, derisidikenlilerin öbür üyeleri ve midye, istiridye gibi yumuşakçalardır. Denizyıldızı bir midye ya da istiridye bulduğunda önce kollarıyla hayvanın çevresini sarar ve kabu­ğun iki yarısını (çenetleri) birbirinden ayır­mak için tüp ayaklarıyla sıkıca tutunarak çekmeye başlar. Yumuşakçanın çenetlerini birbirine bağlayan kaslar çok güçlüdür; ama saatlerce aynı kuvvetle çeken denizyıldızına uzun süre direnemez ve sonunda kabuk açılır. Denizyıldızı kabuğun içindeki bu yumuşak hayvanı yemek için midesini ağzından dışarı çıkarır ve avının üstünü midesiyle örterek sindirene kadar öylece kalır. Derisidikenlile­rin hemen hepsinde olduğu gibi hayvanın ağzı gövdenin alt yüzünde, boşaltım deliği (anüs) ise üsttedir.
Denizyıldızlarının bütün denizlere dağılmış 1.800 kadar türü vardır. Genellikle canlı renklerle bezenmiş olan bu türlerin çoğu Büyük Okyanus'un kuzeyinde, bazıları 6.000 metreye varan derinliklerdeki deniz tabanın­da çamura gömülü olarak yaşar
.
Denizyıldızlarının gövde disklerinin büyük­lüğü, kollarının sayısı ve uzunluğu türden türe değişir. Kolların iki ucu arasındaki uzaklık genellikle 20 cm kadardır; ama kol açıklığı 1 santimetreyi ancak bulan ya da 60 santimetre­yi geçen türlere de rastlanır. Orta Ameri­ka'nın batı kıyılarında yaşayan kısa kollu, geniş gövdeli denizyıldızlarında ise kol sayısı 50'yi bularak rekor düzeye ulaşır. Denizyıldızlarında kopan bir kol yeniden uzar, hatta bazı türlerde kopmuş küçük bir kol parçasın­dan yeni bir birey gelişebilir.
En ilginç türlerden biri de ılık denizlerde yaşayan ve mercan polipleriyle beslenen di­kentaçlı denizyıldızıdır (Acanthaster plancı). Kol sayısı 12 ile 19 arasında değişen, kol açıklığı ise 60 santimetreyi bulan bu denizyıl-dızının battığında acı veren dikenleri sümüksü bir maddeyle kaplıdır. Bu denizyıldızı ilk kez 1960'larda aşırı sayıda çoğalarak Avustral­ya'nın Büyük Set Resifleri'ndeki mercan ka­yalıklarına zarar vermeye başladığı zaman dik­katleri üstüne çekti. O yıllarda bu hayvanlar o kadar çoğaldılar ki bazen metre kareye 15 denizyıldızı düşüyordu. Mercan kayalıkları için tehlike yaratan bu çoğalmayı engellemek üzere pek çok denizyıldızı öldürüldü. Ama sonradan bu nüfus patlamalarının yaklaşık 70 yılda bir gerçekleştiği ve bir süre sonra çoğalmanın normal düzeye indiği anlaşıldı. Üstelik dikentaçlı denizyıldızı da ürkütücü görünümüne karşılık bazı deniz hayvanlarına yem olduğu için, bu saldırganlar denizyıldızı­nın aşırı çoğalmasını engelleyerek doğal den­genin yeniden kurulmasına yardımcı olur.”


Kaynak:
http://www.msxlabs.org/forum/hayvan-turleri/243378-denizyildizi-asteroidea.html#ixzz1pw2XEAuD

14 Mart 2012 Çarşamba

HAVADAN SUDAN KONUŞMAK



Merhaba sevgili dostlar!
Uzun zamandan beri bloğuma hiçbir şey yazmadığım için bugün kendimi birazcık da olsa bloğumla ilgilenmek zorunda hissettim.
Yayınlarımı önce tasarlayarak, sonra da işlem basamaklarına ayırarak hazırlayan birisi olarak benim için en zor işlerden biri de hazırlıksız, irticalen havadan sudan konuşmaktır. Çoculuğumuzda teyzemin kızı Feriha ile birlikte, çok sevdiğimiz biricik anneannemizin sesini teybe kaydetmeye bayılırdık. Anneanneme: "Anneanne şimdi sesini teybe alacağız, sonra da sana dinleteceğiz. Hadi konuş!" dediğmizde, anneaanemin: "Ne konuşayım?" cevabı bizim için başlangıç cümlesi olurdu.
Yine uzun yaz tatili günlerinden birinde Feriha ile oynarken canımız reç elli ekmek istemişti. Aslında yemekten yeni kalkmıştık. Ama çocukluk bu ya; Annanneme: "İlle de reçelli ekmek isteriz." diye tutturmuştuk. Yaşı yetmişe yaklaşmış olan anneanem yerinden kalkmaya üşenmiş ve: "Daha yeni öğlen yemeği yediniz, ikindide veririm." diyerek bizi başından savmıştı. İkindide reçelli ekmeği kendisine hatırlattığımızda, bize verdiği sözü unutmuş olmalı ki: " Ben öyle bir şey demedim. " diyerek kenara çekilmişti. Bu durum üç-dört gün böyle devam etmişti. İkimiz de henüz çocuk olduğumuz için beş kiloluk reçel kavanozundan reçel almaya çalışırken kavanozu kırmaktan ve reçeli etrafa dökmekten korktuğumuzdan kendimiz almıyorduk. Sonunda Feriha ile birlikte anneannemin sesini teybe kaydetmeye karar verdik. Babamın bir müddet önce almış olduğu kasetli teybi de yanımıza alarak anneannemin yanına gittik ve kendisinden reçelli ekmek istedik. Anneannem de her zamanki gibi:" İkindide vereceğim." dedi. İkindi olduğunda yine anneannemden reçelli ekmek istedik ve bize verdiği sözü hatırlattık.Ancak anneannem yaşlılığın etkisiyle bize verdiği sözü unutmuştu. biz de hemen teybi çalıştırarak bize verdiği sözü ona hatırlattık. Anneannem, o gün ikindide bize reçelli ekmek ziyafeti çekti.
Karnımız tok da olsa, annemin ve Feriha'nın annesi Nahide teyzeminyaptığı reçellerin tadı doyumsuz olurdu. Annem nelerden reçel yapmazdı ki?
Çilek, vişne, şeftali, ayva, incir, gül vs.
Çilek, vişne, şeftali, ayva gibi meyaları tam bollaştıkları mevsimde, halden kasa ile alırdı. Babaannemin evinin bahçesinde kocaman bir incir ağacı vardı. Meyvaları iri ve morkabuklu olur, incirleri biraz olgunlaştığında önce mor olan kabuğu ince çizikler halinde çatlamaya başlardı. Ardından tam ortasından çatlar, çatlak yerinde baloncuk şeklinde balı fışkırırdı. Hem taze hem de reçel olarak tadına doyulmazdı. Öyle bereketli idi ki amcamın çocukları Birten, Erdinç, Kadir ve Feriha bayağı üst dallerına kadar çıkarak meyvalarını toplar, ellerindeki hasır sepetlere doldururlar, ağaca çıkmaya korktuğu için ağacın dibinde onları seyreden bana da sık sık incir atarlardı. Babaannemin bahçesinin inciri mevsim boyunca sürekli meyva verirdi. Öyle ki, yengem, biz, diğer teyzem evimizin reçelini pişirdikten başka, mahalledeki komşulara da tepsi tepsi dağıtılırdı.
Reçellik ve şurupluk gül ihtiyacımızı da babaannemin bahçesindeki, bir yemek tabağı gibi kocaman açan pembe "tabak gülleri"nden karşılardık.

Sevgili dostlar!
Kısacık öğlen tatilimi değerlendirmek için, "Yazacak birşey bulabilecek miyim?" endişesi ile başladığım sohbetimi mesaimin başlamasıyla en tatlı yerinde kesmek zorundayım. Sizlere kendi çektiğim güzel bir gül fotoğrafı ile bugünlük veda etmek istiyorum. Nasip olursa belki yarın devam ederim. Allah'a emanet olun.